Sunday, March 31, 2013




Ülkemizde apaçık bir gerçek vardır ki eğer almak istediğiniz, çok pahalı olduğunu düşündüğünüz birşey varsa ve bir de onun çok iyi bir taklidi varsa e alırsınız.

Sinemada, tiyatroda, gerçek hayatta neyin yalan neyin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz ya da söylemek çok da önemli midir? Peki ya size yapay olanın psikolojik etkileri tahmin ettiğinizden de büyük olduğunu öne sürersem ne dersiniz?

Bilinçli veya bilinçsiz olarak belli başlı aldığımız ürünler var. Bu aldığımız, giydiğimiz ürünler karşı tarafa statütümüz hakkında mesaj verir. Zevkimizi, rengimizi, mali durumumuzu içeren mesajlardır bunlar.

Aldığımız şeyler çok iyi taklit edilmiş bir sahte bir ürünse ve  bize negatif mesaj verse de biz onu giyeriz, kullanırız.

Gino ve arkadaşları bu davranışın etik olmayan davranışı tetikleyip tetiklemeyeceğini merak etmiş ve araştırmış. Araştırmada bir gruba gerçek gözlük  , diğer gruba da çok iyi taklit edilmiş olan 'çakma' gözlükler verilmiş. Aslında iki grubin gözlüğü de gerçek.

Bu iki grup da bir takım testlere maruz kalmışlar ve sonuçlara göre de gerçek gözlük takan grup verilen görevde %30 , sahte gözlük takan grup ise %71 oranında hile yapmış.

Durun daha bitmedi :)

Sahte gözlük taktığını düşünen grup diğer insanların davranışlarını daha çok ahlaka aykırı, güven duyulmayan, ne zaman ne yapacağı belli olamayan kişiler olarak diğerlendirmiş.

En son yapılan araştırmada da bireylerin işteki durumuna bakıldı. Sonuca göre de sahte gözlük giyen kişiler kendilerini 'sahte' hissettikleri dolayısı ile de etik olmayan davranış sergiledikleri ortaya çıktı. Durum vahim, çünkü bu insanlar gerçekten sahte gözlük giymiyorlar ve giydiklerini düşükleri için etrafa yanlış mesajlar gönderiyorlar, kendileri de inanıyorlar ve davranışa yansıtıyorlar.

Bu araştırma sadece gözlük üzerinden yapılmış, hayatımız her alanına genelleyebilir miyiz emin değilim. Belki de bir nevi hile yapmaya yatkın olan insanlar sahte gözlük takmayı seçiyor.

Bir an durup düşündünüz değil mi ? =)


Gino F, Norton MI, & Ariely D. (2010) The counterfeit self:the deceptive costs of faking it. Psychological science : a journal of the American Psychological Society / APS, 21(5), 712-20.
 
-----inci Tebiş-----

Thursday, March 28, 2013




Her zamaki gibi sokakta  yürüyorsunuz, ve birden aklınıza uzun zamandır görmediğiniz biri,  ya da çok alakasız olduğunu düşündüğünüz bir şey belirdi. Aklınıza geldiği gibi de bir kaç dakikaya unutuverirsiniz.

Daha ilginci ise günlük hayatınızda hiç alışkın olmadığınız, geçmişinizle alakalı olduğunu düşünmediğiniz birşeyin aklınıza gelmesidir. Mesela rende, hiç kullanmadığınız bir ilacın ismi vs.


Bu deneyime 'mind-pop' deniliyor, bilinçli olarak düşünmediğiniz birşeyin birden aklınıza gelmesi olarak da açıklanabilir.

İstemsiz olarak çıkan anılarla yapılan çalışmaya göre, bunu her insan değil ama çoğu kişinin hayatlarının bir köşesinde yaşadıklarını bulundu.

Şöyle ki Kvavilashvili ve Mandler birden beliren bu resimlerin ve kelimelerin aslında haydan gelmediğini kanıtladılar.

Bu yaşadığımızın  sebebi ilişkili mind-pop. Mesela Ramazanı düşünüyorsunuz ve daha sonra aklınıza pide geliyor. Ya da muz görüyorsunuz ve daha sonra aklınıza bahamalar geliyor. (banana'nın fonolojik yapısından dolayı olabilir). Nedenini tabiki de ön göremiyorsunuz çünkü bu süreç bilinç altından çıkageliyor.

Daha da ilginci aklınıza gelen bu kelimelerin kaynağına haftalar hatta aylar önce maruz kalmış olabilirsiniz. Bu da görüntülerin, kelimelerin, fikirlerin çok uzun süre saklandığını kanıtlar. Neyse ki aklımız bilgilerin bazılarını bastırıyor da sürekli karşımıza nereden çıktı bu dediğimiz, dikkat dağıtıcı bir durumla uğraşmıyoruz.

Kısaca bir dahaki sefere aklınıza gelen ilginç birşey olduğunda bilin ki, daha önce bu durumu tetikleyen birşey yaşadınız. Tabiki neden özellikle o aklınıza gelenler geliyor ve maruz kaldığınız diğer şeyler gelmiyor işte orası muamma.

Kvavilashvili, L., & Mandler, G. (2004). Out of one’s mind: A study of involuntary semantic memories. Cognitive Psychology, 48, 47-94.


-----İnci Tebiş-----

Monday, March 25, 2013



Annelerimiz, sağlık alanında çalışan uzmanlar mikrobun yayılmasını önlemek için birincil yapmamız gereken şeyin ellerimizi yıkamamız olduğunu söylerler, biliriz, uygularız.Ancak,
Araştırmacılar daha da ileri gidip fiziksel temizliğin şaşırtıcı psikolojik etkisini bularak yaralarımıza derman olmuştur ya da olmuş mudur?


Konunu özü şu : Bulgulara göre fiziksel temizlik vereceğimiz sert ahlaki kararları oldukça azaltıyor.

Kişisel olarak bir hayli içinde olduğum ilgilendiğim karar verme davranışı ve ahlaki kararlar hakkında araştırmaları anlatmadan önce bu işteki baba ismi size tanıtmak isterim; Jonathan Haidt. Bu amcamız yaklaşık 16 yıl Virginia Üniversitesinde psikoloji dersi verdikten sonra New York Üniversitesine geçmiş, profesör olarak çalışmaya devam etmektedir. Kendisi bir çok kültürde ahlak konusunu derinlemesine incelemiştir ve gözümde tam bir idoldür.  TED'deki konuşmalarını dinlemenizi bir hayli tavsiye ederim.

2008 yılında Jonathan Haidt ve arkadaşları insanlara, yakın kuzenlerin evlenmesinin uygunluğu üzerinde muhakeme yaptırdı. Muhakeme bu tarzta seçildi çünkü bu durum çoğu insanın midesini kaldırır.
Velhasıl kerim, 2 grup seçildi. Bir grubun muhakemesi çok ağır bir çöp kokusu altında yapılırken, diğerleri normal bir oda ortamında yapıldı. Kokuya maruz kalan kişiler bu durumu daha ahlaksız olarak belirlerken, koku altında kalmayan insanlar bahsi geçen evliliğin mümkün olabileceğini söyledi. Buradan yola çıkarak, araştırma fiziksel olarak pis hissetmenin daha sert kararlar verdirdiğini kanıtladı.

Durun dayanamıyacağım, bir araştırma daha anlatmak istiyorum. Gene 2008 yılında ( yanlış hatırlamıyorsam) yapılan bir araştırma göre de temizlikle, ahlaki karar arasındaki ilişki incelendi. İnsanlara bir kaç senaryo verildi. Senaryolar yerde bulduğumuz cüzdandaki parayı saklamanın masum olup olmadığı gibi hikayeler içeriyordu. Bu sorulara bazı insanlar ellerini yıkar yıkamaz cevabını verirken, diğer grup da ellerini yıkamadan cevap verdi.  Ellerini yıkamış olan insanlar bunun olası olduğunu , yıkamamış kişiler senaryonun çok uygunsuz ve kabul edilemez olduğunu söyledi. ( Durun bir düşünün)

Bu araştırmalar hakimler üzerinde de yapılmış ve teorideki hipotezin doğruluğunu kanıtlamışlar. Lakin,lütfen karıştırmayın, durum senaryonun doğru veya yanlış olması tartışmıyor. Fiziksel temizliğin, ahlaki bir karar alırken/verirken gerçekleştirdiği etkisinden bahsediyoruz. Yani tehlike şu ki bir el yıkama gibi basit birşey davranış ile bir suçlu yanlışıkla aklanabilir!

Sonuç olarak, verdiğimiz kararlara rasyonel olarak vardığımızı düşünsek de bazı dış faktörler bunu etkileyebiliyor.

Check-in kontuarlarında vereceğiniz bavul eğer 20/30 kiloyu aşmış olursa dua edin de sorumlu kişi kendisini temiz hissetsin :)



S. Schnall, J. Haidt, G. L.Clore and A. H. Jordan (2008). Personality and Social Psychology Bulletin.


-----İnci Tebiş-----








Sabah bir şarkı dinliyordum da şarkıya göre bugün pazartesi ve kendimi kötü hissetmem gerekiyormuş. Halbuki çok enerjik şekilde kalktım ve kendimi oldukça üretken hissediyorum.
İşe başlamadan önce bir facebook, twitter'a bakarım ve günün teması  belli ; " Keep calm and Pretend its not monday" " OMG" , "Lanet Pazartesi"... Tamam dedim artık araştırma zamanı...

Öncelikle pazartesi sendromunu nasıl teşhis ederiz ona bakalım. Genelde insanlar kendileri stresli,yorgun, hiç birşeye tolere edemeyecek kadar sıkılmış olarak ifade ederler. Güzel bir haftasonu sonrası birşeylerin yapılması stresidir. Bir pazartesi bu semptomlar mevcutsa, geçmiş olsun.

Ortada global bir sorun var bu kesin. Peki gerçektenten de sendrom diyebilecek kadar ileri gitmeli miyiz?

Sydney Üniversitesinden bir grup araştırmacı gönüllü olan bir gruba hergün nasıl hissettiğini sordu. 7 günün sonunda, 8. gün geçen hafta gün gün nasıl hissettiğini hatırlamalarını ve söylemlerini istendi. Genelde fark olmadığı gözlemlensede çoğu kişinin pazartesi günü diğer günlere göre modlarının daha düşük olduğunu bulundu.
Bundan da bir sonuca varmak gerekirse belki de pazartesi olduğunda daha önceki deneyimlerimize dayanarak bu sendromu onaylamayı kabul edip iş arkadaşlarımızı 2 gün sonra görüp bundan keyif aldığımız gerçeğini ekarde ediyoruz.

Biraz daha ileri gidelim; Pazartesi günleri teşebbüs edilen/gerçekleşen intihar durumuna bakalım.

Birçok araştırma intihar teşebbüslerinin pazartesi günleri arttığını gösteriyor ancak 2000 ve 2004 yılları arasında Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre intihar teşebbüsleri Çarşamba günü tavan yapıyor. Bunun nedeni henüz bilenmemektedir.

Madem pazartesi bizim stresimizi arttırıyor ve daha gergin oluyoruz , o zaman bir de kalp krizi oranlarına bakalım. Araştırmalar pazartesi günleri felç, kalp krizi oranlarının arttığını gösteriyor. Hatta bir araştırma da tatil olan pazartesi günlerinde bu oranın düştüğünü gösteriyor. Diyelim ki emekli oldunuz. Eski alışkanlıkları bırakmak zor, hala 'sendrom' devam ediyor.

Bu yaşananların psikolojik olduğu gibi fizyolojik olduğunu da kanıtlamıştır.Haftasonu çok gezenler, alkol çok kullanan kişiler, haftasonu yorgunluğunu pazartesi sendromuna bağlıyor.

Küçüklüğümü hatırlıyorum da pazartesi okula gitmek tam bir işkenceydi. Ne zaman okulda hoşlandığım bir çocuk oldu, haftasonu da okul olsun diye düşünürdüm. E hani sendrom diyorduk. Zaten uğraştığımız çok şey varken bir de kendimize haftanın bir gününü zehir etmenin anlamı yok.

Pazartesi günleri iş yerine, okula kendinizi en rahat, güzel hissettiğiniz kıyafetleri giyin, güzel bir makyaj yapıp , parfüm  sürün, gülümseyin. Gün boyu alacağınız iltifatlar günün yorgunluğu alacaktır. Pazartesi iş çıkışlarında biraz daha sosyal aktivitelere yönelmek de size iyi gelebilir.

Pazertesi olmasaydı Cuma da olmazdı. Pazartesine minettarız :)

------İnci Tebiş-----

Friday, March 22, 2013


 
Dün elime bir mizah dergisinin kapak sayfası geçti. İdam edilecek adama soruyorlar; Son arzun nedir? O da tıp okumak diyor. İroniye de bakın, adam ölümü ‘ertelemeye’ çalıyor.

İnsanoğlu, sadece gündelik işlerini değil; sevgiden ayrılmayı, yaşamayı, bir yetişkin olarak kendi kararlarını almayı, özgürlüğünü kullanmayı da erteler.
Her ne kadar bugünün işini yarına bırakma, carpe diem’ler havada uçuşsa da bunlarla da bir yere varılmıyor.

Genel yaşadığımız problem sanırım aynı, zamanı gelince yapmak. Ancak pazartesi diyete başlamak gibi o yarın hiç gelmez.  Irvin Yalom bu durumun sebebini ,insanlar biraz daha beklerse istedikleri şey kendiliğinden ortaya çıkacakmış hissinden dolayı ertelediklerini yazmıştı, mantıklı.



Peki, neden ertelemenin cazibesine kapılıyoruz?

Yapmak istediğimiz çok şey var. Sadece birine  başlama fikri bile bizi strese sokuyor, endişeleniyoruz. Ertelemenin, istenmedik sonuçtan daha kötü olduğunu bile bilsek bunun adımı atmaya korkuyoruz.

Negatif duygular pek sevilmez . “Tamam, yarın kesin yapacağım, oh” duygusu da iyidir bilirsiniz. Bize bu ufak bir suçluluk duygusu yaratsa da yarın yapacağımızı bilmek bizi rahatlatır. Şuan  böyle hissediyorsunuz. Yarın ne yapacağınızı tahmin etmenin yanında nasıl hissedeceğinizi de tahmin ediyorsunuz.  Bilinçli olmayarak kendimize verdiğimiz mesaj aslında : Yarın bunu yapmak isteyeceğim ve yapacağım’.

Ha ama yumurta kapıya dayanmışsa, ister  hazır hissedin ister hissetmeyin yapılacak olan hemen yapılır. Sorun da bu aslında. Buna ‘dur bakalım hele’ yaklaşımı diyebiliriz.Diğer bir deyişler bu tamamen kişisel hayat düzeniniz ile alakalı bir problem ;

Birincisi, görevden kaçmayı ‘alışkanlık’ haline getiriyoruz. Yapılması gereken işten kaçınca, ufak bir rahatlama hissi ile karşılaşıyoruz. Böylece de kaçma davranışı rahatlama gibi pozitif bir duygu ile ödüllendiriliyor. Daha sonra da alışkanlık haline geliyor. Kendimizi negatif koşullandırmaya alıştırıyoruz.

İkincisi de, yarın yaparım derken hayatımızın mottosunu son dakikada süper işler tamamlarım diye belirlememiş olmamız. Ancak yapılan araştırmalara göre orada da şöyle bir durum ortaya çıkıyor; son dakika insanlar yaptıklarını beğeniyor ancak keşke biraz daha zamanları olsa diye de dile getiriyorlar.  

Bildiğim kadarı ile ne yapabilirizin tam bir cevabı yok, ancak ;
*Düzenizi değiştirin, aklınıza geldiği anda düşünmeden, plan yapmadan hemen işe girişin.
*Kendinize bir ‘deadline’ koymak da güzel bir çözüm olabilir.
*Sizi motive edecekse, işinizin sonucunda olası çıkacak sonucu düşünün.
*Kilo vermek ise amacınız ve bir şekilde aksiyon alamıyorsanız, diyetisyene gidin. Sizi kontrol etmesini rica edin.
*Spor yapmak istiyorsanız, para verin . Araştırmalara göre para verdiğiniz yeri değerli görecek ve devam edeceksiniz.


İnsan yaşamak için doğar, yaşama hazırlanmak için değil

Boris Pasternak

 
İnci Tebiş
 

 

Wednesday, March 20, 2013



Kafa biraz yana eğilir, gözler açılır, 4 parmak dudaklara doğru çıkar ve ses pesten tize doğru çıkarak bilgi aktarımı gerçekleştirilir.

Nerede kalmıştım? Heh,  ama... kimseye söylemeyeceksiniz!

Dedikodunun cazibesine kapılmamızın nedeni, bunun bize miras olması. Diğer bir deyişle, doğuştan gelen bir ihtiyaç.





Okulda, iş yerinde, partide, evde kim ne yapmış, neden yapmış, ne giymiş, kimle çıkmış merak ediyoruz ve bu alışverişi sürekli yapıyoruz.

Bunun temeli nereden geliyor derseniz aslında mantıklı bir açıklaması var. Eski zamanlarda insanlar ufak gruplar halinde köyde yaşardı. Komşun kim, onun 5 metre ötesindeki kim, biliyorlardı. Yabancı biri geldiğinde o kişinin kim olduğunu öğrenmeye yönelik bir girişimde bulunurlardı ve bu bu şekilde devam ederdi.
Zaman içerisinde bu tarz bir bilgi edinmek, üstünlük, riski önceden tahmin etme ve sosyal kabullenme gibi etkenlerle daha da pekiştirilmiş olabilir. Günümüze gelirsek de aslında herkesin kendisine göre bir köyü var ve bilgi almak/aktarmak pek önemli. Sana birşey söyleyeceğim, ama aramızda kalsın diye başlayan nağmeler güven duygusunu destekeleyip, o kişi ile güçlü bir ilişki kurmamıza yarar sağlar. Dolayısıyla bu durum hala geçerliliğini korumaktadır.


Hala 'ama..' diyebiliriz, o zaman bir de bunun fizyolojik açıklamasından bahsedeyim.

2011 yılında Northeastern Üniversitesinde yapılan araştırma dedikodunun karakterle ilgisi olmadığını, bunun beynin bir parçası olduğu sonucuna vardı.

Araştırmadan kısaca bahsetmek gerekirse gönüllülere dedikodu ile eşleşmiş suratlar gösterildi. Bu suratların bazıları negatif, bazıları da pozitif dedikodular ile eşleştirildi.
Gönüllülerin farklı resimlere nasıl tepkiler verdiğini ölçmek için de araştırmacı sağ ve sol göze farklı resimler gösterdi. Bir göz masaya bakarken diğeri dedikodu ile eşleşmiş yüze baktı.
Beyin aynı anda sadece bir görüntüyü kaydedebilir, dolayısıyla beyin aynı anda farklı iki görüntü ile karşılaşınca hangisini önemli görüyorsa onu kodlamaya yönelik girişimde bulunur.

Deneyin sonucuna gelirsek, gönüllüler en çok negatif dedikodu ile eşleşmiş suratlara bakıyor.

Burdan ulaşacağımız sonuç , bizim için tehlikeli ya da merak uyandıran kişiler hakkında daha çok bilgi sahibi olma isteğimiz çıkıyor.
Aynı beyin bende de var ama dedikodu yapmıyorum dediğiniz noktada, karakteriniz rol oynayabilir. Bir açıklama, ketum olabilirsiniz. Dedikodu bir yana zaten çok fazla bilgi alışverişinde bulunmuyorsunuzdur vs. Ancak, araştırmanın da desteklediği gibi alt yapı mevcut :)

Son olarak dedikodunun psikolojik yararından bahsetmek isterim.

-Stresi azaltıyor :  Diana Lang'a göre başkasından duyduğumuz kötü haber bizi mutlu etmiyor olabilir ama aynı durumda olduğumuzu bilmek bizi sakinleştiriyor.

-Günlük sorunlara yardımcı oluyor : bugün herkes erkek arkadaşı ile kavga etti diye psikologa gitmiyor. İlk danıştığı ve içini rahatlattığı kişi arkadaşı oluyor. Kıskançlık, hüzün , mutluluk yaşandığında bunu paylaşıyor ve aynı duygular anlattığı kişi veya diğer başka kişi tarafından yaşanmışsa bu bilgi emiliyor. Başkasının sizi anladığını bilmek, onay vermesi sizi rahatlatıyor ve iyi hissettiriyor.

-Eğlencelidir : Bu, pazartesi başladığınız diyette kendinizi ödüllendirmek için cuma günü yediğiniz bir dilim brownie'ye benzer. Keyif verir, heyecanlandırır.

Son olarak da benden duymuş olmayın ama bu konu hakkında daha derinlemesine yapılan bir araştırma yakında yayınlanacak :)

İnci Tebiş


http://www.npr.org/2011/05/20/136465083/psst-the-human-brain-is-wired-for-gossip
http://www.amazon.com/Creating-Balance-Finding-Happiness-Diane/dp/0757574092


Tuesday, March 19, 2013

Bir bireyin alenen ben Imposter Sendromuyum demesi bir hayli zor. Bu sanki ben yalan söylüyorum, bu başarı bana ait değil, yalancıyım demek gibi birşey oluyor. Yalan söylediğiniz kişi de bir hayli önemli burada ; kendiniz.

Öncelikle, imposter sendomuna sahip olan kişi  ( impostor diyen de mevcut) ne kadar iyi diploması, mükemmel okullara kabulleri yani elle tutulur tüm başarıları olsa da onların hepsinini bir kenara bırakıp bunları şans faktörüne bağlarlar. Vaziyet bu olunca da herkesten daha çok plan yapmaya başlar, olası engellerinin önüne geçmeye çalışır, riskleri daha önceden düşünür olmaya başlarlar.  Bu ilk etapta çok zararsız gözükse de birey gün geçtikçe başarılı, güçlü bir insan olmadığına inanıyor ve kendi performası hakkında şüphe duyuyor. Biraz daha ileri gidersek bu kişi, aldığı notları hocanın onu sevmesine bağlıyor. Herhangi bir konferansa giderse ya da bir danışan ile görüşürse stres tavan yapıyor çünkü  bu ortamlar onun  düzenbazlığının ortaya çıkmasını sağlayan ideal alanlardır. Gün geçiyor ve kimse ondan süphelenmiyor ve bu stres kar topu gibi büyüyüp patlayacak günü bekliyor. 

Araştırmalara göre bu durum cinsiyet fark etmezsizin topumun %70'inde beliriyor.  Peki neden bu sendrom yaşanıyor ve  ne zaman başlıyor ?

Yetersizlik korkusu, başarıyı küçümseme, kendimizi hafife alma gibi hisler stres katsayısını ve kaygıyı arttırıyor. Suzanne Mercie'ye göre bu durum küçük yaşta şartlanmadan dolayı oluşabilir. Yani demek istediğini bizim topluma uyarlamak gerekirse ; 

- Kızım/oğlum kaç aldın ?

- 85

-Neden 100 değil ? Neydi o çalışkan kızın adı, o kaç aldı ?

 100 = başarılı 85 = başarısız

Bu çocuk daha sonra 100 almadıkça istediği sonuca ulaşamaz ve kendini yetersiz hisseder..  Ola ki  bir sınava çok iyi çalışmış olsun ve bir sorunun cevabına ucundan bir arkadaşından bakmış, kimseye söylememiş ve 100 almış olsun. İleride bu sendrom onu teslim alırsa bu eskiden yaşamış olduklarına dayanarak kendi teorisini destekleyebilir ; ' zaten ondan baktım da 100 aldım, yani ben başarısızım'.  Tabii yanlış anlaşılmasın, bu kesin ve net böyle olur demiyorum.


Peki nasıl çözebiliriz?

Farkındalık : Kendinizi sendromun etkisi altında hissettiğinizde bunu harekete geçiren faktörleri belirlemeye çalışın.

Konuşun : Şirkette/okulda güvendiğiniz arkadaşlarınıza ne hissettiğinizi tam olarak paylaşın. 

Geçmişe değil, geleceğe bakın : Böyle olduğu için böyleleri kesmenin tam zamanı. Geçmiş her zaman geleceğe ışık tutmaz.

Ve son olarak da imposter sendromu olmak , Dunning-Kruner sendomu (cahil cesareti)  olmaktan bir nebze daha iyi olabilir :)


Tavsiye ettiğim kitap :   Elizabeth Harrin, Overcoming imposter syndrome 

Daha fazla bilgi için ; http://www.pm4girls.elizabeth-harrin.com/2009/03/10-tips-to-overcome-imposter-syndrome/

İnci Tebiş

Monday, March 18, 2013





Hikayemiz aslında ilkokulda saçımızı çeken, bize küfreden, bizimle dalga geçen çocuklara aşık olmakla başlıyor. Kadınlar her zaman onlara değer veren , korumayı namus meselesi yapan , ara sıra maço, ama sadık erkeklerle beraber olmak istediklerini her ne kadar dile getirip iddia etseler de durum ve araştırmalar bu ağızdan çıkanlardan fazlasını kanıtlamaktadır.

Öncelikle psikopat nedir bunu iyi anlamamız ve tanımlamamız lazım. Farkındalığa sahip olmadığınızı, ne yaparsanız yapın hiçbir şekilde utanmadığınızı, kendinizi suçlu hissetmediğinizi, sevgilinizi hatta ailenizi bile hiçbir şekilde umursamadığınızı, şuana kadar neler yaptıysanız ( en en uç noktaya kadar gidin)  bundan dolayı kendinizi hiç sorumlu hissetmemiş hatta bunu tanımlayamadığınızı hayal edin, edebilirseniz. Bir de bunun üstüne, bu psikolojik gerçeği başkalarına karşı maskelediğinizi düşünün.

( Benim aklıma harry Potter'ın kötü karakteri Voldermort'un çocukluğu  geliyor, Tom Riddle)
( http://www.youtube.com/watch?v=eAwL_Fh54oA )

Kısaca ortaya şöyle bir karakter çıkıyor ; hiçbir arzusuna karşı utanç veya suçlu hissetme korkusundan dolayı yenik düşmeyen, hiçbir olaya şaşırmayan, sakinliğini soğuk kanlıkla koruyan çünkü birşey hissetmeyen biri. İstediğiniz herşeyi istediğiniz zaman yapabilir ve bunun üstünü de çok güzel kapatabilirsiniz.

Böyle biri olduğunuza göre nasıl yaşardınız?

İnsan sarrafı olan bu sempatik psikopatlar, bu kişiliği hatasız şekilde kapatıp istediği gibi yaşıyorlar. Gizemin verdiği olgunlukla bir bayanı etkilemeleri çok da zamanlarını almıyor.

Peki bir psikopat gerçekten sevebilir mi?

Bildiğimiz empati gösterilerek yaşanan aşktansa bahsettiğimiz, hayır sevemezler, ama onlar da aşık olabilirler (Moskovici, 2011). İnsanları baştan çıkarıcı özellikleri , istedikleri hedeflere arzu ve şehvetle ulaşma gayeleri sayesinde psikopatlardan inanılmaz güzel bir sevgili de olabilir.

Bir psikopat size aşık olur eğer ; onun her türlü istediğini ( davranışsal veya ilişkisel ) kabul ederseniz, yalanlarına gerçekten inanır ve onları kabul ederseniz, onun hakkı olduğunu iddia ettiği ama sizin yapamadığınız çifte standartlara uyarsanız, onun sizi istediğinden daha çok onu isterseniz, mümkündür. Ha ama dipnot, 'tam tadında' sizi terketmesi de mümkünden öte bir gerçektir. Anlaşılan o ki psikopatlar, sözde-nietzschean'cı geleneksel ahlaklı benimsiyor.  Toparlarsak, eğer oyunu onun kuralına göre oynarsanız bir şansınız olabilir.

16 yaşımda çok enteresan bir deneyim yaşadım. Bir kız arkadaşım bir gün telaş içinde yanıma geldi ve benden akıl almak istedi. Hikaye de şöyleydi ; Bu benim arkadaşımın bir arkadaşı içinde bulunduğu ilişkide hayati bir sorun yaşıyordu. Arkadaşımın arkadaşı, erkek arkadaşı tarafından denizin kıyısından baya ötede bulunan bidonlara ellerini bağlayacakmış ve onunla ilişkiye girecekmiş. Arada kızı suya sokucakmış ve dilediğince orada tutup sonra çıkartacakmış. Bunu peşinen kıza söylemiş Mr. Psikopat. Kabul eder miydiniz? Edilmiş, kız çok korktuğunu ama yapmak zorunda olduğu da söylemiş. Daha sonra herşey çözümlenmiş ancak geçen cümlede kilit noktayı farkettiniz mi? Zorunda hissetmek.

Psikopatın ne olduğunu, nelerden hoşlandığını en sınır noktada anlattıktan sonra tekrardan kadınların psikopatlara olan zaafına gelirsek gerçek şu ki makyevelist, baskın ve narsist kişilerden hoşlanıyoruz. Gizemli, ne yapacağı belli olmayan James Bond'lara, Don Draper ruhlu kişilere karşı yoğun duygular besleyebiliyoruz. Profesör Jonason'a göre erkekler, bu hilekar, çıkara yönelik davranışları, soyunu devam ettirmeye yönelik kullandığı bir yol olduğunu düşünüyor. ( Psikopat boyutunda olmayanlardan bahsediyoruz)

Peki kadınlar neden bu erkeklere ilgi duyuyor?

İki aşamada anlatabilirim. Öncelikle , mite de dayanarak, kadının özgüveni. Yani yanlışı doğruya çevirme özelliğine sahip bir güç. Kadın kendine özel birini bulup daha sonra o kişinin yanlışını yakalarsa,  adamın o özelliğini değiştireceğine inanır ve devam eder.

İkicisi ise ; kadın, cesur, risk alan, başarılı , lider ruhlu erkekleri takdir eder çünkü soyunda da aynı özelliklere sahip bir çocuk ister. Bu yüzden de James Bond'ların ön planda olması olasıdır. Uzun vadede bu tercihler ne yönde değişir bilemem ama bazen 'kötü'çocuk olmak işe yarıyor sanırım.

...Tanrı değil,bir gamalı haçsın sen
Hiç gökyüzüne geçit vermeyecek kadar karasın
Her kadın bir faşiste aşık olur
Sert yüzüne,Sert...
Senin gibi kaba birinin vahşi kalbine...
                                                           Sylvia Plath- Babacığım

Bu yazının üstüne de 'We need to talk about Kevin' adlı filmi izlemenizi 'şiddetle' tavsiye ederim.

inci Tebiş


http://www.womenwholovepsychopaths.com

Women Who Love Psychopaths, Sandra L.Brown 











Siz bir yazarsınız, araştırmacısınız, tezi/projeyi bitirmeye çalışan bir  öğrencisiniz. Bilgisayarın önüne geçmiş işiniz bitirmeye niyetlenirken önünüze gelen sayısız uyarıcıya duyarısız kalamıyorsunuz. Bu durum sinir bozucu olmakla beraber, sanki yılların tüm yükü omzunuza binmişcesine ruh halinizi de negatif olarak etkiler.

Daha sonra işinizi yapmaktan vazgeçip sizi güldürecek,eğlendirecek bir dizi/komedi/film izliyorsunuz. İzledikten sonra bir bakıyorsunuz ki birşeyler yazmaya başlamışsınız ve hızlıca ilerliyorusunuz.Bu mümkün müdür? Komedi içerikli bir tv programı sizi daha yaratıcı yapabilir mi?

Evet!

1987 yılında Isen,Daubman ve Nowicki tarafınında yapılan 2 araştırmanın sonuçlarına göre normal bir film izleyen bir gruna göre komik film izleyen grup yaratıcı düşünce içeren bir görevi daha hızlı tamamlamıştır. Yani hipotezlerine göre pozitif bir modda olmakla, yaratıcı düşünce arasında doğru orantı var.

Belki evi temizleyerek çalışmayı erteleyene kadar yerine bir komedi dizisi izlesek sonuca daha çabuk ulaşacağız.



Isen, A. M., Daubman, K. A., & Nowicki, G. P. (1987). Positive affect
facilitates creative problem solving.
Journal of Personality and Social
Psychology
, 52, 1122-1131.


İnci Tebiş

Saturday, March 16, 2013

Duygu Çemberi


     Bilmiyordum önümde neler vardı. Düşünmeden ilerlemiştim bunca yıl. Kapının önünde hafifçe eğildim ve gece bir eşini diğer tarafa fırlattığım kırmızı rugan ayakkabımı mor sümbüllerin arasından buldum. Çok yorgundum, nereye gitmek istediğimi de bilmiyorum. Yalnızlık dedikleri böyle birşeydi herelde.

Komşu Nebahat teyzenin, muffinlerinin kokusu sitenin duvarına çivi gibi işlemişti. Sıcak kokuyordu, aş vardı, aile vardı. Geriye döndüm ve biraz buruk ve hüzünlü bir şekilde tahta kapımın paslanmış tokmağından çekip kapadım.

Nebahatcım uzanmış, ışıl ışıl gözleri ve en sevdiği pembe çicekli cam tabakta bana muffinleri uzattı;

- Al kızım, belli gene kaçıyorsun. Yol arkadaşın olsun.

Aldım, ama yemek içimden gelir miydi..

Yemyeşil çimlerin, zeytin ağaçlarının arasına döşenmiş arnavut kaldırımda yürüdüm... Nereye gitmeliydim, hala bu soruyu sorduğuma inanamadım.

Sola döndüm ve yeşil demir parmaklıkları geçip dümdüz ilerlerdim.

Sağlı sollu ufak müstakil evlerden gelen gülüşmeler, çocuk çığlıkları içimde kıpırtılar yaratıyordu. Rugan ayakkabıdan çıkan sesler insanların tepkisini çekmeye yetiyordu. Rugan mı, bu sıcakta mı!

İlerledim, rüzgar denizden yüzüme doğru usulsa esti tenimi okşayıp saçlarımın arasında dolaştı. Görünmez bir kalkan gibi sardı tüm ruhumu.

Sahile sonunda gelmiştim. Palmiye ağaçların arasından geçtim ve ruganları çıkartp attım bir fıskiyenin altına.

Güneş batmak üzereydi, merdivenlerden indim ve yavaşca ayaklarımı kuma soktum. Kumun sıcaklığı bir anne kucağı kadar yumuşak ve huzurluydu.

Yürüdüm ve yere düşmüş  hasır şemsiyenin altına yayılıverdim.

Yosun kokan dalgaların yavaşca kıyıya çarpışı eşliğinde güneşe bakarken işte o çıkıverdi. Dimdik, hayata yenilmemiş, omuzlarında yılların yükünü taşımamışcasına gene geçiyordu önümden.

Bastonuna verdiği ağırlığı altında çıplak ayaklarını suya çarpa çarpa  yaklaştı. Ağırmış saçlarını bir yana yana atıp döndü, hafifçe gülümsemeye başladı. Dili ile dudaklarını ıslattı, ve boğanızı temizleyip sessizce konuştu ;

Güzel kızım, bak bir etrafına. Temmuz ayındasın, saat 5 ve etrafta sadece deniz, güneş, sen ve ben varız. Hergün yeni bir dünya yazıyorsun, ve o dünyaya istediğini alıyorsun, onunla konuşuyorsun ve duygunu yüklüyorsun. İnsanlar var bu dünyada ama herkes evinde ve sana camdan bakıyor.
Duyguyla harmanlanmış olan bu hayatın sade..

- Dede, bugün seni istedim, sen varsın.

İnci Tebiş
Dikili,Salihler Altı ve Ben

Friday, March 15, 2013

Kaizen






Hiçbiriniz yapmanız gereken onca iş varken, herşeyi bir kenara bırakıp 'comfort zone'a çekildiniz mi?

Hayatımızda aldığımız ve daha sonra pişman olduğumuz kararların bir çoğu tartmadan,akıl danışmadan aldığımız için tepetaklak olur.

Yeni bir yıla girerken planlar yapardım kendime; bu sene bunu bitireceğim, bu sene şuraya gideceğim, bu sene hiçbir şekilde bunu yapmayacağım vs  vs vs...

Bu sene tek birşey söyledim; Kaizen. Sizi temin ederim ki 2013, en azınından bugüne kadar, çok dingin ve huzurlu geçti, geçiyor.

Kaizen, japonca bir kelime olup kai:değişim, zen : daha iyi demektir. Kısaca, daha iyisi için değişmek anlamına gelir. Kaizen daha çok iş alanında uygulanmaya çalışılsa da hayatın her köşesinde belirli bir başarıya götüren felsefik bir yaklaşımdır.

Kaizen, ağır ağır ancak emin ve sürekli adımlarla ilerlemeyi hedefler.  Bununla beraber, hedeflediğiniz yere ulaşmak için sabırlı ve inançlı olmanız gerekmektedir.


4 tane önemli öğesi vardır ; Çaba, gelişme istediği, kalite ve takım çalışması.
Bu 4 öğeyi aynı şekilde hayatımıza da entegre edebiliriz. Birşeyi istiyorsak, önemli olan şey onun için yavaş yavaş savaşmamız, amacımızın sarfetttiğimiz çabaya değmesi, tek başına hareket etmemek ve ulaşmak için kendimize yeni bilgiler katmak.

Bunlar  kaizen adı altında olmadan yaptığınız şeyler olabilir, ancak bir felsefeyi benimsemek, onun yolunda ilerlemek inandığınız din için dua etmek gibidir. Nettir, kesindir, amaca hizmet eder ve bir anda sonuç beklemezsiniz.

Kaizen'i nasıl mı uygularsınız?

Sevin; ya sevmediğiniz alışkanlıklarınızı sevmeye çalışın ya da sevmediğiniz fakat size yararlı olcağını düşündüğünüz şeyleri değiştirin.
Plan yapın, amacınızı yazın ve nasıl ilerleyeceğinizi düşünün.
Öğrenin, emelinize ulaşmak için köprü görevini görecek bilgiler katın.


Felsefeniz ister kaizen ister dininiz ister namaste olsun, önemli olan amacınıza ulaşmak için kimseyi kırmadan sürekli çalışmak ve yılmamak!

İnci T.




Arkadaşımın çocuğu geçenlerde iyice 'kudurmuştu'. Başladı bir oraya bir buraya oyuncaklarını savurmaya. Malum artık kendisinin annesine ait olmadığını , istenmeyen bir davranış olduğunda anneye değil çocuğa döndüldüğünün farklında. Velhasıl kelam, elini masaya çarptı ve başladı ağlamaya. Hazır ilgi istiyordu, beklenmedik şekilde fazlasını aldı. Üstüne üstelik annesi durdu ve ' kötü masa seni, kaka seni, nasıl orada olursun bak oğlum elini vurdu' dedi ve masayı suçladı.


Kadın tacize uğrar, halk kaşınmış der.
Felaket yaşanır ; eğer depremse müteahhit; daha önce de deprem yaşanmış ve insanlar aydınlanmışsa o evi tutan kiracı ; tsunami olmuşsa, günah işleyen kuldur suçlu olan.

Biri alkolü çok kaçırmıştır, kaza yapar ; faturası alkolik (!) milletimize patlar.

Asgari ücret ile geçinemeyen kısım şikayetini dile getirir ve şuçlu, hesabını iyi yapamamış olan bu aile olur.

Takım kaybeder, sorumlusu direktörün oynatmadığı Osman'dır.

Neden hala şehit veriyoruz? Sanalda kalıp sahaya atılmayan gençlerden tabiki de!

Kocan neden aldattı? O kadın girdi kanına.

Fatmagül'ün suçu ne ? Gece gece sokakta/ağaçlık yerde koşması

Çok zorda kalır da hani suçlu bulamazsak, ilahi adalettir sorumlusu...

Tahminimce ilk başta düşünmeden okudunuz, ama kendinize yakın hissettiğiniz bir örnekle karşılaştıysanız önce gülümseyip sonra evet demiş olabilirsiniz. Bu cümlede iki tane sistemden bahsediyoruz.

Beyin karşılaştıkları şeyler karşısında düşünceleri 2 sistemden geçiriyor. ( D. Kahneman)

Sistem 1 ; hızlıdır, otomatiktir, sıklıkla bununla cevap verir, duygusaldır ve bilinç altıdır.
Sorunları önceki bilginize ve inançlarınıza göre çözer.

Sistem 2 ; yavaştır,efor gerektirir, mantık üzerine kuruludur, hesaplar ve bilinçlidir.
Bu sistem daha fazla düşünme gerektirir, rasyoneldir.

Bunlar hakkında detaya daha sonraki yazılarımda gireceğim.Kısaca, bir olayla karşılaştığınız zaman genelde insanların yaptığı ilk şey ' daha önce ne olmuştu'yu düşünerek cevap vermesi yani sistem 1 ile cevaplaması oluyor. Sonuç olarak, yukardaki mantık hatalarına sistem 1 ile cevap verdiğimiz için dogmatik olarak inandığımız, toplumca benimsenmiş yanlış olma olasılığı olan düşünceleri yasalaştırıyoruz.*

Halbuki "iki düşün,bir  konuş" mottosunu benimserken sistem 2'nin kullanmasını idaelize edebiliyoruz.



* Farklı araştırmacılar tarafından farklı zaman ve yerlerde tekrarlanan deneylerle, aynı şartlarda aynı sonuçları verdiği kesinleşen, mantığa aykırı olmayan, değişmez nitelik kazanmış, başka  olasılığı olmayan nihai bilgiye, yasa denir
İnci Tebiş

Thursday, March 14, 2013





Obama politikayı beğendi, Paris Hilton şuan Reina'da diye uzar gider günlük olarak karşılaştığımız facebook günlüğü. İlk olarak, iş veren ya da polis artık bireyin sosyal medya paylaşımına göre o kişiyi değelendirdiğine dair bir dedikodu aldı başını gitti. Bununla beraber artık daha da içimizden biri olan sana dünya üzerinde çok konuşur, araştırma yapar olduk.

Bu yazımda geçen sene tanıştığım ve kendisini çok başarılı bulduğum arkadaşım Michal Kosinski'nin  (Mihal diye okunuyor, sevgili basın bunu Michael'e çevirmiş ancak doğru olan Michal)  facebook 'like'ları üzerine yaptığı araştırmadan bahsetmek istiyorum.

Michal, Cambridge Üniversitesinde çalışan bir araştırma görevlisi. Bu cümleden çıkan anlamdan da fazlası aslında ; kısa zamanda riskli tercihler yapan Michal, çok genç yaşta 'farklı' olanı bulup ilerleyen bir lider olması ile birlikte aynı zamanda çok da mütevazi bir insan.

Michal ve Cambridge Üniversitesinde çalışan  bir grup araştırmacı Facebook'da beğen butonunun üzerinde tıklandığına bu kişilerin din, siyaset, ırk ve cinsel yönelimleri hakkında varsayımlara ulaşan bir algoritma geliştirdi.

Bu araştırmada yaklaşık 58 bini aşkın denek yer aldı, bu algoritmayla yapılan işle beraber aynı zamanda Big 5'a dayanan bir kişilik testi de uygulandı ( Adının myPersonality olması gerekiyor ). Beğen butonunun sonuçları ile kişilik testleri karşılaştırıldı.

Kendisi bana bu araştımadan ve yaptıklarından ilk bahsettiği zaman ister istemez önyargıyla yaklaştım, eleştirecek birşeyler aradım nedenine ise bahsedeceğim. Çoğu şey mantıklı gelmemişti ama yemeğin tadını merak ediyordum ;

Endişe verici ve çok heyecanlı !

Bu algoritma müzik,kitap, film beğenlerden inanılmaz bir bilgi topluyor ve bunlar kişiliğin büyük bir oranını belirliyor.  Burada girmek isterim, ben şahsen facebook'da beğenmediğim ya da izlemediğim 'şeyleri'de  daha sonra dönüp bakmak için beğenirim. Ha daha sonra dönerim dönmem ama o 'like' orada kalır. Tabii bu algoritmanın sadece bir yüzü olduğu için çıktıntılık yapmak istemem.

Hıristiyan ve Müslümanların doğru kategorize edilme oranı ise yüzde 82 olarak bulunmuş.

Benim için en şaşırtıcı sonuçlardan biri,  tırtıklı patates kızartması ve yüksek zeka arasında bir paralellik görülmesi oldu! Bu sonuç Michal'i importable research nobeline götürebilir, benden söylemesi.


Sonuçlar hoşunuza gitti, ilginizi çekti değil mi? Durun ama burada bahsettiğimiz sizsiniz. Facebook'un hayatımız üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğunu düşünürsek, bu sonuçların bizim siyasi eğilimlerimizi , cinsel tercihlerimizi gösterdiği gerçeği kişisel özgürlüğe bir tehtit olabilme sonucunu da çıkabilir.

Michal, bunun önüne geçmenin en iyi yolun gizlilik ayarlarını değiştirilmesi olduğunu söylüyor.

Bu arada facebook sürekli kendini yeniliyor ve değişiklik yapıyor. Bir çoğumuzun farketmediği birşey var ; profil resminizi değiştirdiğinizde eğer gizlilik ayarını yapmazsanız facebook artık onu otomatik olarak kamuya açık bir bilgi sayılıyor ve paylaşıyor.

İnci Tebiş

http://www.michalkosinski.com/

http://www.pnas.org/content/early/2013/03/06/1218772110


Tuesday, March 12, 2013


Yorgun bir günün ardından, masanıza gelip çalışmak için oturursunuz ki sizi masanın köşesinde duran bir çöp parçası dürter. Alır atarsınız ki yerde başka birşey var. Bu döngü sizi rahatsız eder çünkü siz çalışmak istersiniz ve bunlar kesinlikle sizin çalışmanıza engel olan temel eşyalardır.

Pekayla dersiniz, bir güzelce odanızı temizler, oturursunuz tabii ki acıkmazsanız ya da facebook'da biri bir resminize illaki o anda cevap vermeniz gereken önemli bir yorum yapmamışsa...

Bu, hayatımızın illaki bir köşesinde yaşadığı bir bölümdür. Bir şekilde işe başlayamamız psikolojik yahut fizyolojik sebeplerden ötürü olabilir. 


Östrojen hormonu direkt olarak öğrenme ve hafızada önemli bir rol oynar. 
Concordia Üniversitesinin Nörobiyoloji departmanında, *kemirgenler üzerinde yapılan araştırmaya göre yüksek östrojen oranı, kadınlarda dikkat dağınıklığına ve yavaş öğrenmeye sebep olabiliyor.

Bundan sonra aklıma gelen ilk soru, dışarıdan (doğum kontrol hapları)  bir şekilde östrogen hormonu alan bir kişi ile almayan kişi arasında fark olur mu? Henüz bu kadar ileri gidilmemiş. 

Hazır konsantre konusuna girmişken , çoğu insan ders çalışırken sürekli birşey yeme ihtiyacı duyar. Hatta bugün daha işte bir arkadaşım "benim sürekli yemek yemem lazım çalışırken" demesiyle Cardiff Üniversitesinde yapılan araştırma ile karşılaşmam bir oldu ; 

Sakız çiğnemek, ağzı meşgul etmek, üzerinde çalıştığınız projeyi daha çabuk ve doğru olarak bitirmenizi sağlıyor. Çünkü, sakız çiğnemek beynin ön- temporol bölgesine doğru kan akışını hızlandırıyor. 

Sanırım bu keyif alacağımız bilimsel sonuçlardan biri olabilir :)

* kemirgenler ile insanların biyolojisi birbirine çok yakındır. 

İnci Tebiş

Brain and Cognition Journal







Monday, March 11, 2013


Öncelikle şiddeti tanımlamamız lazım. Şiddet ,  küçük düşürmedir, manipülasyondur, yabacılaşmadır, gözdağı vermektekdir, tacizdir, zor yollu iknadır. Şiddet kadınlara uygulanır, erkeklere uygulanır.
Nedenlerinden bazıları, fakirliktir, güç arzusu ile psikolojiktir, uyuşturucu faktörü ile fizyolojiktir.


Aile içi şiddet ise, bir aile üyesinin/ sevgilinin / arkadaşın diğerine karşı gösterdiği herhangi bir 'şiddet'tir. Yaklaşık 2 yıldan beri Hollaback adlı Amerikan temelli bir kuruşta ara ara projelerine katılan gönüllü psikoloğum. Bu projelere katılarak etrafımda olan bitene bir hayli duyarlı olmaya başladım. Evet, başladım diyorum çünkü eminim sizde benim gibi sokakta ya da evde bir şekilde tacize uğradığınızda önce bir tepki verip/vermeyip sonunda bastırıp unutuyorsunuz. Ancak, altını çizmek isterim ki yaşadığımızı hergün yaşayan insanlar var ve bu insanlar bir çıkış yolu olmadığını düşünüyorlar.

                               *                                       *                                       *

 Esas konuya girmeden önce bugün bu konu hakkında yazmamı teşvik eden şey ünlü bir sanatçının, adı bilinen bir gazeteye verdiği röportajdı.  Bu bayan, kadına destek veren bir projede kocası öldürülen bir kadın rolündeydi. Bu bayan, 'o' resmi çektirdiği için pişmandı çünkü henüz onu anlayacak bir kitle olmadığını düşünüyormuş. Sevgili arkadaşım Aly Neel, Amerika'dan Türkiye'ye gelip kendi davası bile olmayan sokak tacizini önleme ya da kadına şiddeti azaltmak için tüm zorlukları gerekek toplumun önüne çıkarken , onu kesinlikle (100%) anlayacak bir toplumun olduğunu düşünmüyordu herelde.  Yorumu size bırakıyorum...

                              *                                       *                                       *

Sevgiliniz akşam dışarı onsuz kızlarla/erkeklerle çıkacak ve siz buna tahammül edemiyorsunuz. Anlamadığınız bir nedenden ötürü istemiyorsunuz gitmesini. O ise planını yapmış ve o gece çıkmaya kararlı ve istekli...

- Çıkacağım ben, kırk yılda bir Allah aşkına
- Hayır otururuyorsun evde, çıkmayacaksın!
- Sanane yahu, buna karışamazsın sen.. Sen de kimsin. Sen de çıktın geçen gün
- Yiyeceksin dayağı şimdi , Çıktım ve sen de sürekli beni rahatsız ettin.  Sen de çıkmıyorsun.
- Hayır yani çıkarsam ne olacak, ayrılcak mısın?
- Evet
- İyi ayrıl.



İlk bir okuduğunuzda çok çocukca gelse de maalesef bunu hepimiz YA-ŞI-YO-RUZ. İnkar edilemeyecek kadar gerçek boyutta olan,  daha sonra düşündüğümüzde güldüğümüz bu ufak kesit bizim ya oracıkta ilişkimizi bitiriyor ya da unutup bir sonraki kavgaya ekleniyor. -Hani geçen gün diye başlayan cümleler kendisini daha da ileri boyuta götürüyor.

Uygulanması , kabul ediyorum, kolay olmayan ama sizi de feraha kavuşturacak bir çözüm mevcut.

Şiddet çemberi, 3 aşamadan oluşur. Gerginlik artar, patlama yaşanır ve en sonunda ya özür dilenir ve söner ya da dilenmez, unutulur. Bu kısır döngü yapıcı bir çözüme ulaşmadıkça devam eder.


-Sizi şiddete teşvik eden duyguları anlayın. O duyguları bilmek bizim neden rahatsız olduğumuzu ortaya çıkarır ve rahatlatır. Bu duygu; kıskançlık mı, korku mu, öc mü, hiçe sayılma mı ?

Öncelikle bilin ki bu duygular tamamen normaldir.
Duygular bizi kötü hissettirebilir ama bizi kötü biri yapmaz
Duygular aslında kafamızda değildir, vücudumuzdadır, titrer, terler, karın ağrıtır.
Gözüm döndü vurdum diye birşey yoktur.

Duygumuzu kontrollü bir şekilde davranışımızla ifade edebiliriz;

Senin akşamları geç saate kadar dışarıda arkadaşlarınla olman   beni korkutuyor .
______________________________________________      ____________
Davranış                                                                                     Duygu
Benimle bağırmadan konuşman,                                           beni mutlu ediyor.

Şunu anlamak gerekir ki sizi rahatsız eden o kişinin davranışı değil , o davranışın sizde yarattığı duygudur. Kendi yaşadığınız duygunun ceremesini karşısından çıkartmamak için duyguyu yakaladıktan sonra onunla bunu paylaşın.  Bilin ki kızgınlık normal ve insani bir duygudur. Kızgınlık kontrolden çıktığı zaman yıkıcı olur.


Kısaca;

  • Sorunu belirle, 
  • Sende hangi duyguları harekete geçiriyor , nerede, ne zaman , ne sıklıkta oluyor teşhis et
  • İfade et
  • Çözüm yolları bul ve geliştir. (Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, çocuk yapmak da çözüm değildir. Sizi bir ihtimal 9 ay götürür ama ben rönesans diyorum reform değil ) 


Son olarak gene X sanatçıya döneceğim. X demiş ki akıllı kadın dayak yemez, yani bir kez yemişse ikinci defa bilir ne yapacağını ; evden ayrılır, mor çatıya gider, emniyete sığınır, kocasından ayrılır.
Biz aşiretin, zor yolla dayatmanın, 13 yaşında gelin veren ülkenin çocuklarıyız. Hukuken çok doğru söylüyor çünkü, 4 Ocak 1998 yılında , 4320 sayılı ailenin korunmasına dair kanun, aile içi çiddetin önlenmesi adına da önemli bir adımdır. Ancak ;

Şiddete uğrayan kadın korkar, saygısını yitirir, kendini suçlar, yalnızlık çeker , ekonomik olarak bağımlıdır,  kızgındır, baskıyı içselleştirir ve umudu vardır.

Yapılacak en güzel yardım, kadınlarımızı daha da bilgilendirmektir. Kanunen hakkının olduğunu, Emniyet müdürlüklerinin belirli bir süre sığınma ve iş  sağladıklarının, Açev, Roteryenler, Soroptimistler ve lions gibi kuruluşların  son yıllarda onların yanında olduğunu bilmeliler.

İnci Tebiş



Istanbul Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi
0212 292 77 39



-http://www.guardian.co.uk/society/domestic-violence

-Domestic Violence Against Women Incidence and Prevalence in an Emergency Department Population

Jean Abbott, MD; Robin Johnson, MD; Jane Koziol-McLain, RN, MS; Steven R. Lowenstein, MD, MPH
JAMA. 1995;273(22):1763-1767

Friday, March 8, 2013

Bugün...



Thursday, March 7, 2013

Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım, kendimize bu işi yapmalı mıyım, bitirmeli miyim, vaz mı geçmeliyim diye sorarız. Hatta bilimsel araştırmalara göre Y jenerasyonu aynı işte 1 sene kalmayı çok uzun olarak kabul görüyor ve yeni iş arayışına girişiyorlar. Kısaca, artık toleransımızın çok düşük olduğu gibi sosyal meydanın ve teknolojini sunduğu çeşitli seçenekleri değerlendirmek istiyoruz.

Bir işte çalıştığımızda o işin bizim için uygun olup olmadığını bilinçli ya da biliçsiz olarak belirli kriterlere uyarak yapıyoruz.

Bunlar ;

* İşin bize ne öğrettiği ; Öğrenme
*Şirkette size ne kadar önem verildiği ; Değer
*Maaş
*Gelişim ve size ne katacakları ; Gelişim

Dr. Michalis güzel bir formülle durumu daha rahat görmemizi sağlıyor;

1'den 10'a kadar şuanki işinizi değerlendirelim

2= çok şey öğrenmiyorsunuz, ve ya değer görmüyorsunuz vs.
5= Ne iyi ne de kötü
7= İyi maaş alıyorsunuz, ya da kendinizi geliştiriyorsunuz vs.

2 ( öğrenme ) + 5 ( değer ) + 7 ( maaş) + 5 ( gelişim ) = 19'dur sizi şuanki işine verdiğiniz puan

Yeni bulduğunuz iş ;

7 (Öğrenme ) +7 (Değer ) + 7 (Maaş ) + 9 (Gelişim) = 30;

E peki o zaman işten ayrılacak mıyız?

Maalesef o kadar kolay değil, çünkü bir de bu durumu etkileyen 2 faktör daha var ;

* Değişiklik , bu sizin hayatınızı çok etkileyecek mi?
* Korku   , yenilikten ne kadar korkuyorsunuz?


Mesela, değişiklik 6, korku da 3 = 9

Yeni bulduğunuz iş puanından ( 30 ) - son iki faktörün toplamını çıkartıksak ( 9 ) = 21 puan'dır.

Sonuç = 19  vs 21


Bu şuan kesinlike çıkmanız anlamına gelmez ama bunu bir şekilde , kısa zamanda yapmanız gerekir.

Karar vermek çok kolay bir aşama değildir ancak bu tarz somut veriler bu süreçte size yardımcı olabilir.



İnci Tebiş












Wednesday, March 6, 2013

'How I met your mother' ı izleyenleriz mutlaka vardır. Kısa bir özet geçmek gerekirse, hikaye Ted Mosby'nin hayatının kadını/eşi ile nasıl tanıştığını çocuklara anlatmasını konu alıyor. Bununla beraber tabii en yakın 4 arkadaşın da hikayesini yakından izliyoruz.

8 sezon oldu, hala Ted Mosby hayatının kadını ile tanışamadığı gibi bir de Kazanova Barney'nin yanı başındaki "hayatının kadının" 8. sezon sonunda bulması işin cabası. Ha oldu ha olacak derken, biri birini buluyor, yok olmuyor, yanı başındakine dönüyor diye diye uzuyor hikaye.

Ted, bu sefer buldu mu derken yok birşey oluyor ve Ms Perfect gene ortalarda yok. Durup her ilişkide düşünüyorum; bu kadının da kusuru ne, herşey harika gözüküyor, neden hayal kırıklığı ile sonlanıyor?

Bu noktada  insan doğası ile ilgili yeni bir araştırmaya değinmek isterim ; ne kadar çok seçeneğiniz olursa , o kadar mutsuz oluyorsunuz. B.Schwartz'ın kitabında neden az seçeneğin insanı daha mutlu ettiğine dair bir çalışma anlatılıyor ; çalışmanın deseni iki ayrı grubun seçimlerini karşılaştırmaktan oluşuyor. Birinci gruba 2 tablodan birini , diğer gruba da 12 tablodan bir tanesini seçip eve götürmesini isteniyor.

Ertesi günde de gruplara ne kadar mutlu oldukları soruluyor ve 2. grubun daha mutsuz olduğu anlaşılıyor. 2. grupun 'sanki' birşeyler unutmuş veya deneyi eksik şekilde tamamlamış hissettiği gözlemleniyor. Bu durumu eminim sizde yeni gittiğiniz bir restorantta yemek seçerken, işe gitmeden önce kıyafetinizi hazırlarken yaşamışsınızdır.

Bir kişiden/olaydan hoşnut olmuyorsak, diğerini deneme şansımız var. Günümüz bize çok olasılık yaratıp bunu destekliyor. Diğerini denersek elimizdekini kaybetme riski var. Bu gidiş gelişler, kararsızlıklar kartopu gibi büyüyüp gidiyor ve geriye duru bir hüzün bırakıyor.

Elbette seçim yapmak da bizi daha mutlu bir insan yapmayacaktır ancak eğer yaptığımız seçeneğin arkasında durursak, yaptığımızı kabullenirsek ondan daha da zevk almaya başlarız , hatta renklendiririz.

Kısaca , Dear Ted Mosby, birisini bul ve bırakma artık :)

İnci Tebiş


Tuesday, March 5, 2013

Önce gül sonra düşün



      Geçen yıllarda Improbable Research adlı bir site ile karşılaştım."Uzak İhtimal Araştırma” anlamına gelen Improbable Research bilimsel bir kuruluş. Olağanüstü, şaçma olarak değerlendireceğimiz araştırmalar yapıp çok da ilginç sonuçlar bulanların sitesi. Ha bir de bu yetmezmiş gibi bir de 'Nobel Prize' ı var bu işin.

Ne kadar mı garip olur ? Bir bakalım ;
Mesela araştırma sorusu; " Adı olan mı olmayan mı inekler daha fazla süt verir?" Cevap: Adı olanlar. Garip, ancak pratikte iş gören araştırmalar da var.

Mesela 2006 yılında tıp dalında ödül alan çalışmanın sonucuna göre , rektal masaj hıçkırığı kesiyor.

2007 dilbilim ödüllü bir diğer çalışmaya göre, fareler Felemenkçe ve Japoncayı tersten dinlediklerinde bu iki dil arasındaki farkı ayırt edemiyor.

2012 yılında psikoloji alanında ödül kazanan Anita Eerland, Rolf Zwaan ve Tulio Guadalupe ise "Sola Eğilmek Eiffel Kulesi’nin Daha Küçük Görünmesine Neden Olur" adlı araştırması ile öne çıktı.

Yazdıkça yazasım geliyor, çünkü araştırmaya çok meraklı biri olarak  bu araştırmaları okumak beni çok eğlendiriyor.

Kısaca aklına bir araştırma modeli gelirse kenara köşeye atmadan önce bir değerlendirin derim. Bir nobel ödülünün sahibi olabilirsiniz :)

İnci Tebiş

http://www.improbable.com/ig/2012/


Monday, March 4, 2013


Bu aralar bir hayli politik psikolojiye takılmış durumdayım. Bunun esas nedeni ülkemizde çetin geçen politik  'savaşların' yanı sıra, rakı masasında bitmek bilmeyen davadan olsa gerek.

Araştırdıklarımı biraz harmanladım ve size aktarmak isterim.

Birçok insan politika hakkında konuşmayı sever. Başlar,  X parti demiş ki, bence de öyle ama Y de bunu savunuyor. Bu döngü aynı şekilde uzayıp gider ve en sonunda 'aman neyse ne' diye biter cümle. Bu neyse ney geçiştirmesinin aslında güzel de bir açıklaması var ; ' Ne olduğunu çözemedim, kısır döngü bu başa geldik, ha yani ne farkeder ben çözüme ulaşsam...' diye uzayıp gider. Kısaca, belirgin ve net bir sonuç yoktur.

Konveksiyonel inanışa göre insanların politik eğilimlerde en önemli etken kişi ailedir. Bu tabiki de yanlış olarak değerlendirilemez. Televizyonun önünde otururken birden anne/baba ,bizim hayranı olduğumuz önemli iki rol modeli , birden bir partiyi savunur diğerini de yerin dibine sokar. Biz de aynı taktiği uygularız.

Bu tabiki de bu partinin tüm inceliklerini bildiğimiz için değildir. Nedeni daha çok ailemize ve sevdiklerimize bakarak bir partinin savunulması gerektiğini bildiğimizdendir.

Bu daha demin bahsettiğim konveksiyonel fikir, beynin boş sayfa olduğunu kabul eder ve aile tarafından işlendiğini öngörür. Ancak birkaç çalışma bizim boş sayfalardan oluşmadığımızı gösterir. Bu araştırmalar genellikle insanlar politik yatkınlığı ve onların risk alma girişimleri, sağ/sol el kol oryantasyonlarının orantısı ile ilgilidir.

Örneğin, liberal ve tutucu kesimin ayrı ayrı risk alma davranışları incelendiğinde,  bu iki farklı yatkınlığın beyinde tamamen farklı yerlerde aktivite gösterdiği bulunmuştur. E hani aile diyorduk, beyin de girdi araya. Bu ikisini bir arada tutup bir de ben değelerlendirip ortaya birşey kolayarsam ne olacak?

Toplarlayalım o zaman. Politika ideolojisi 3 şekilde açıklanmaktadır ; Ailenin etkisi, beynin yapısı ve beynin bilgiyi işleme süreci.

Hatta son kez birazcık daha karıştırmak gerekirse particiliği %70  aile , %72   beynin yapısı  ve  %83 ise  beynin işlevsel yapısı belirler.


Neyse neye geri dönersek , şuan politika ile ilgilenmek, konuşmak size neden baş ağrısı veriyor ufak bir fikriniz vardır. Bu tabiki de beynimizdeki neuronların çatışmasından değil, sadece ortada bir yerdesiniz.


Kanai et al. 2011. “Political Orientations Are Correlated with Brain Structure in Young Adults.” Current Biology 21(8): 677-680.


İnci Tebiş



Kabullenme



Çığlıklar içimizdeki farklı coğrafyalardan çıkar. Bunlar ailemizin bize hiç söylememiş oldukları, bazıları, görünmeyenin haykırışlarıdır. İsmimiz ya ailemizin çocukluk hayalini taşır ya da ölmüş olanın yükünü.

Doğarız, büyürüz, okula başlarız ve ardından gelen ilk soru büyüyünce ne olacağımızdır. Seçmek zorundayızdır ve öyle ya da böyle seçeriz. Evlilik zamanı gelir, evleniriz. Ah aradığım adam/kadın bu değildi deriz, böyle bir kaçmaya teşebbüs ederiz. Kaçarız ama ne kadar uzağa gidebiliriz? İş değiştiririz, kıta değiştiririz, ama bir döneriz ki elimiz hala telefonda bir umut bir değişiklik beklerken aslında aynı yerde kalakalmışız.

Zaman geçer, tam kendimizi bir yerde bulacakken öyle bir deneyimle karşılaşırız ki ah evet ben bunu biliyorum deriz. Kah güler kah gene ağlarız. Öfkelenir, savaşırız, hatta suçlarız. Bir bakarız ki sonuç gene aynı.

İşte ne zaman durumu kabulleniriz o zaman pandoranın kutusu gibi açılır bütün seçenekler; çözüm yolları belirir önümüzde. Kabulleriniz ki biliriz hatamızı, sevişiriz yanlışımızla. Huzur verir bu gerçek bize, çünkü artık teoride kalmış bir düşünce pratiğe aktarılmıştır. Duran saat artık çalışıyordur. Tatlı bir dinginliktir aslında kabullenmek. Ha bu bu arada yanlış anlaşılmasın, kabullenmek derken boyun eğmekten bahsetmiyorum. "Farkındalık" benim söylemek istediğim.

Ne zaman kabullenirsin,işte o zaman farkındalık gelir ve evet biliyorum dersin. Bu aşamada kim durabilir ki karşında?

İnci Tebiş

11.02.2013

Fransa- Notre Dame


Sunday, March 3, 2013

Tekrardan Merhabalar!

Merhabalar,

"Art of Savoring Life" adlı bloguma uzuncana bir ara verdikten sonra bu yeni açtığım blogumla bambaşka konulara girişmeye karar verdim.


Bir blogun konusuna, temasına karar vermek inanın ki çok zordur. Birşeyler yapmak istersin, hatta çok şey yapmak istersin ama acaba hangisini dile getirip insanlara ulaşması istediğine karar veremezsin.


Ben de kolay karar verebilen bir insan değilim ancak bu blogta elimden geldiğince Türkiye'de çok fazlası ile eksikliğini hissettiğimiz ve eğitimini tamamladığım psikoloji alanı ile çerçevelenen her konuya girişeceğim. 


Umarım hayatın kokusunu hepimiz içimize çekeriz.


İnci Tebiş


3. 2. 2013
22.35
Paris