Tuesday, November 5, 2013

Kısa süreliğine veda..

Sevgili arkadaşlar,

Uzun zamandan beri hayalini kurduğum ancak uygun zamanı beklediğim fırsatı sonunda gerçekleştiriyorum. İngiltere'de Klinik Psikoloji alanında master'ımı yapmaya başladım. Burada da yazılarıma devam ederim diye düşünüyordum ancak yoğunluktan pek vaktim olmayacak gibi gözüküyor.

Şimdilik kendinize iyi bakın ve kısa zamanda görüşmek üzere... :)


inci Tebis

Sunday, August 25, 2013


Yukarıdaki resme bakmanızı istiyorum. Kaç tane kırmızı daire görüyorsunuz? 5 mi? Hadi ama biraz daha dikkat edin! Tamam en aşağıda cevabı bulabilirsiniz, hadi bakın.

İşte tam da bu yüzden psikopatlar benim ilgimi oldukça çekiyor. Çünkü onlar da böyledir. İlk bakışta gayet canlı, renkli, çekici, net ve güzel  gözükürler ama aynı zamanda psikolojik kamuflaj ile dikkat dağıtıp gerçek kimliklerini gizlerler. Aslında bu durum da bir çok bayan/erkek için oldukça çekicidir bir durumdur.

Bazen geçmişe baktığımda acaba babam da mı psikopattı diye düşünmekden kendimi alamıyorum. Bir kez olsun adamın paniklediğini görmemişimdir ; " Korku, öldürücü hayvanlardan korkunmak için insanların geliştirdiği bir savunma mekanızmasıdır, ben ortalıkta pek görmüyorum, why to fear? "derdi.

Haksız sayılmazdı ama aşık olmayayım diyince de insan aşık olmuyor değildi, değil mi? Aslında babam evrimsel psikologların savunduğu davanın kanıtlanır cümlesini dile getirmişti. Onlara göre de korkunun kaynağı buydu, hayatta kalmak. Mesela, bir araştırmaya göre  beynin duygu kısmını düzenleyen kısmı , amigdalada bir hasar olduğunda insanlar  bir kobraya öpüşecek kadar yakınlaşabiliyor. Delice değil mi?
Nitekim başa dönersek, günümüzde de önümüzden pek kobra geçmiyor.

Bugün insanlar oldukça temkinli ve bu çerçevede de insanların duygu mekanizması modern hayata uyum sağlamış durumdadır. Psikopat denince akla kafayı yemiş, duygusuz ve donuk insanlar gelir ama bir sakinleşin çünkü durum pek de öyle değildir.



Psikopat nedir, kimdir?

Korkusuzdur, duygusuzdur, empati yeteneğinden yoksundur, sakin ve serin kanlıdır. Eğer bunların hepsi bende var diyorsanız ve buna ek olarak aptal ve şiddet yanlısı iseniz, muhtemelen bir  barda adamın kafasına cam şiseyle vuracaksınız ve müebbet! İkinci bir seçenek ise tüm bunlar bende var diyorsanız ve aynı zamanda zeki ve şiddet yanlısı değilseniz bu tamamen başka bir kapıya ışık tutar; mesela adamı bir markette öldürmeye karar vermeniz gibi. Kabul etmek gerekir ki mevzu bahis psikopatlık ve cinayet iken bu durumun avantajlarını görmek her yiğidin harcı değildir. Psikopatlık uyumsal bir davranışa dönüştürüldüğünde bir avantaja dönüşebilir. Kontrol altına alınan bir psikopatlık bir iş camiasında harikalar yaratabilir, ancak fazla maruz kalırsa da kansorejen olabilir. Lütfen yanlış anlaşılmasın, psikopatları başıma koyduğum yok ama az bir parça psikopatlığın hafif bronz tenden farkı yoktur.

Jim kouri'ye göre psikopatik insanların ortak özellikleri  kendine aşırı değer biçme, ikna kabiliyeti, cazibe, eğitim, zeka ve eline geçen fırsatları değerlendirebilme becerisidir.  Bu beceriler aynı zamanda siyasetçiler ve dünya liderlerinin sahip olduğu özelliklerdir. Bu insanlar güçten ve yetkiden kaçmaz, o statüye oynarlar. Bu insanlar belki vereceği kararların toplum üzerindeki etkisini zerre kadar düşünmezler. Bir Ted Bundy ya da Jeffrey Dahmer olabilirler ama topluma bela olmaktansa bunu avataja dönüştürülebildikleri alanlarda olabilir ; cerrah, güvenlik görevlisi gibi..


-Psikopat olmak ya da olmamak diye bir kavram yoktur-

Kısaca psikopatların olayı aslında çok sıradan gözükürken diğer bir yandan palyaço gibi gösteri yapan kişiler olmasıdır. Ülkemizde ne denli seri katil olayları oluyor tam bilmiyorum açıkcası ama Amerikan seri katil dizilerini izlerseniz ve eğer FBI'ın sitesini incelerseniz aklınızın alamayacağı kadar enteresan katille ve cinayet deseni ile karşılaşabilirsiniz. Bu insanların henüz yakalanmamış olmasına da dikkat çekersek, benim aklıma gelen ilk soru şuydu; eğer çocukluğundan veya daha sonrasından getirdiği bir travması yoksa, bu adam/kadın kurbanını neye göre seçiyor?



Size ilginç bir araştırma anlatacağım;

Yukarıda Bundy'den bahsetmiştim. Kendisi tarihin en meşhur seri katillerinden biridir.  Kendisi 1970'lerde dört yıllık bir dönemde yaklaşık ( bilinen/itiraf edilen) 35 kadının kafatasını kırarak öldürmüştür. Seri katil tanımı da onunla başlamıştır.



Ted Bundy bir röportajda şöyle demiş ;"  'iyi' kurbanı yürüyüşünden ayırt edebilirsiniz"

Bunun üstüne harekete geçen araştırmacılar hemen bir deney düzeneği kurup bunu araştırmışlar. Mantık basit; ortalama 47 tane erkek üniversite öğrencisine kişisel beyenata dayalı psikopati derecelendirme testi yaptırmışlar. Testin sonucuna göre yüksek ve düşük puan alan kişiler iki gruba ayırmışlar.  Daha sonra 12 tane farklı gönüllü bir koridorda yürütülmüş ve videoya çekilmiştir. Son olarak da bu videolar 47 kişiye seyrettirilmiştir. Sonucunca bu 12 kişinin, bir saldırıya karşı savunmasız olmalarına göre 1'le 10 arası ölçekte puanlanması istenmiştir.

Eğer Bundy doğru birşey sallamışsa psikopati testinden yüksek alan kişiler düşük alan kişilere göre daha başarılı olacaktır. Sonuçlar Bundy'i destekledi! Dahası bu test aynı formatta klinik psikopatlık teşhisi konulmuş kişilerde de yapıldı ve sonuç bir kere daha kendini yineledi. Daha da ötesi bu insanlar zayıflığı insanların yürüyüşünden anladıklarını özellikle ifade etmişler! Zayıflık nasıl anlaşılıyordu bilinmiyor ama Bundy ve diğer psikopatların aynı noktaya baktığı kesin.


Açıkcası hayatımda bazen psikopatik özelliklerin ortaya çıkmasını beklediğim anlar olur; her ne kadar birşey yapmasamda uçağıma binmek için gümrük kontrolünden geçerken mesela, ya gerçekten saklayacak birşeyim olsaydı...

I don’t feel guilty for anything. I feel sorry for people who feel guilt.”  Ted Bundy

*Doğru bildiniz! Şimdi de adamın eline bakın, bir gariplik var mı?





Friday, July 26, 2013



 " Onun benim için ideal bir eş olduğunu onu ilk kokladığımda anladım"


Hayat arkadaşımızı gerçekten nasıl seçiyoruz? Hangi faktörler bizim için önemlidir? Peki bütün bu kararları bilinçli olarak mı alırız?

Yıl olmuş 2013 ama yeni yapılan araştırmalar hala taş devrinin kurallarının geçerliliğini kanıtlıyor. 'Kim kime neden aşık oluyor?' sorusu evrimin bir hayli ilgisini çeken bir sorudur.  Bugünlerde her ne kadar tarihe gömülmeye, kitaplardan çıkartılmaya çalışılsa da evrimin babası Darwin doğal seleksiyon ile eş seçmeyi net bir şekilde açıklamıştır.Yani bir maymunun, tavuskuşunun gücünü ve güzelliğini 'eşine' göstermeye çalışması rastlantı değil. Buna ek olarak da bir maymunun bir fareyi 'ayarttığını' görmek çok mümkün değildir. İnsanlar kendi gibi olan, kendilerine benzeyen kişileri seçmeye eğilimlilerdir. Şimdi ilginç bir araştırma anlatacağım;


İsviçreli zoolog Claus Wedekid, kokunun eş seçiminde kadınlar açısından önemini anlayabilmek için bir ter-testi yapmıştır.Erkeklere iki gün art arda gece yatarken giymesi için beyaz temiz T-shirtler verilmiş ve giymedikleri zamanlarda plastik bir torba içinde saklamalarını söylenmiş.

Kadınlardan, koklayarak kendilerine en çekici gelen erkek kokusunu seçmeleri istenmiş.

Bilimsel açıdan öncelikle nasıl olduğunu anlatmak gerekir. Şöyle ki  MHC (major histocompatibility locus, büyük doku uygunluk kompleksi) adlı bir gen vardır. Farelerle de yapılan başka bir araştırmaya göre de karşındaki erkeğin MHC geni ne kadar farklı ise farenin o fareyi çiftleşme için seçme olasılığı yükseliyor. Mesela aile bireylerinin  MHC geni birbirine çok benzer. Bundan dolayı aile içinde kimse kimseyi 'çekici' bulmaz ve böylece aynı soydan çiftleşme oranı düşüktür.


Ter araştırmasına göre de kadınların, kendisinden en farklı kokuya sahip kişiyi seçtikleri görülmüş. 

Wedekid'e göre kadın, erkek kokusunu bağışıklık sisteminin bir aynası olarak görüyor, bundan dolayı da kendi genetik eksikliklerini kapatarak kendisine harika bir çocuk verecek erkeği kendine eş olarak seçiyor.
Ancak,eğer  kadın doğum kontrol hapı kullanıyorsa kokuyla "eş" belirleme özelliği ortadan kalkıyor.Daha doğrusu bu şartlar altında kendine en benzeyeni eş olarak seçiyor. Yani kendi MHC'sine yakın olanı seçiyorlar. İlginç ama tartışmaya açık olan bu araştırma arkasından birçok soruyu da beraberinde getiriyor.

Sonuca gelirsek insan diğer tüm canlılar gibi evrimine devam ediyor. İnsanlar seçecekleri/seçecekleri eşlerinin genetik kalitesi ve üretkenliğinden önce maddi ya da sosyal durumunu daha önde tutuyor.

Gene de 'ilk buluşma'dan önce belki de elinize geçirebileceğiniz kokusunu taşıyan bir bez parçası ile bazı şeyleri bilmek de ilginç şekilde heyecanlı :)

İnci Tebiş
_______________________________________________________________


http://en.wikipedia.org/wiki/Major_histocompatibility_complex

Thornhill, R., Gangestad, S. W., Miller, R., Scheyd, G., McCollough
J. K., & Franklin, M. (2003). Major histocompatibility complex genes,
symmetry, and body scent attractiveness in men and women.
Behavioral Ecology, 14(5), 668-678. Print.

Thursday, July 25, 2013






Aslında hayatımız çok da monoton sayılmaz, sayarsak kendimize haksızlık ederiz. Hergün yeni bir bilgi ile uyanıyoruz. Bazı aynı bilginin durumu değişiyor; ıspanaktaki demirin azlığı çokluğu gibi , ya da yeni bir bilgi ekleniyor; kök hücrenin mucizeleri gibi.


Kısaca, benimsediğimiz bugün öğrendiğimiz bir gerçeğin bir raf ömrü var.


Kişiliğe göre değişen herkesin kendine has bir gerçeklik tanımı var. Bunları değiştirmek kolay olabildiği gibi kanıtlar karşısında bile mevcut düşüncelerimizi saklayıp 'esas' olanı görmezden gelebiliriz. Yani bir süre şahit olduğumuz, kulağımızda duyduğumuz gerçekleri unutup kendi inancımız çerçevesinde bir hikaye yaratabiliriz. Başta ne kadar eğlenceli gözükse de realist olmakta fayda var.

Onaylama önyargısını duymuşsunuzdur belki. Bu evvelce sahip olduğumuz, inandığımız ya da öyle olmasını arzu ettiğimiz fikirlerimizi ya da kimi kanaatlerimizi desteklemek için bazı somut durumları selektif biçimde dikkate aldığımız vakit ortaya çıkar.Çok tehlikelidir. Sizi hurafeye,kendi kafanızda yarattığınız bir duruma,ilişkiye inanmaya kadar da götürür.

Sizden pembe insan düşünmeniz istesem ve siz pembe renk insan olmadığını bilmenize rağmen gözünüzün önünde pembe insanı görebiliyorsanız, kısa bir süre için bunun doğruluğunu kabul etmişsinizdir.


Kısaca, dogmalarınızdan arının, siz onlara hükmedin.

İnsanların değerlerinin olması ve onlara sıkıca tutunup kararlı bir şekilde hayata devam etmesi güzel olduğu gibi riskli bir seçimdir. Bunun için de ister istemez bir bedel ödenir.

Peki siz buna hazır mısınız?

Friday, June 7, 2013

Türk Milletine, %100'üne Çağrı!

Çok sevgili Akp'ye oy vermiş arkadaşım, türbanlı kardeşim, öğlen yemekte, okulda bana yardım etmiş sıra arkadaşım! Zamanında 'görülmediğiniz', 'baskıcı ve tek taraflı' olduğunuz rejime karşı çıkan , bunu dengeye sokacağına söz veren kişi için oyları verdiniz.
 
Haklısınız da!
 
Eşitlik olmadan , aynı mekandan farklı ses çıkmazsa demokrosi olmaz. Ancak bugün bu olanları Allah rızası için RTE'ye kişisel saldırı olarak nitelendirmeyin, sopayla çıkarız, sen iste yeter ezeriz diye sloganlarla gelmeyin çünkü eşitlik isteyen kişiler sizinle savaşmayacak, sen benim kardeşimsin.
 
 İstersen sen çıkar taksimin en orta yerinde kutsal kitabımızı okursun, diğeri de içkisini içer. Bu haktır, özgürlüktür.
 
Sen onu yoldan çıkmış olarak etiketleyebilirsin, etiketlemen nedir biliyor musun, düşünce, konuşma özgürlüğüdür.
 
İşte biz de bunu savunuyoruz.
 
 
Bunu nolur böyle bilin. Sen bana gözünü perde bürümüş şekilde sopayla saldırırsan, ben dayağımı yerim ama sana elim kalkmaz, çünkü ben seninle konuşmak istiyorum.
 
 
Sen de diyorsan hem 'beni' gör hem 'diğerlerini' gel sende elimi tut, gezi'de beraber sarılarak davamızı anlatalım!
 

Thursday, May 30, 2013




Göz bebeğimiz sadece görmemize değil aynı zamanda aklımızdaki düşünceleri dışarıya aktarmaya yarayan bir mekanizmaya sahiptir. Bunu zaten biliyorsunuzdur, ama nasıl değişiklikler oluyor, ne zaman oluyor araştırmalarla beraber ortaya dökelim.

1) Düşünüyorum

Eğer gözlerimin içine bakıp sigara içen ve psikoanalizin kurucu olan kişinin adını sorarsanız elbette göz bebeğimde bir değişiklik olmayacaktır, çünkü biliriz ki o, S. Freud'tur. Ancak, handball'un temel kurallarını sorarsanız göz bebeğimdeki büyümeye sahit olabilirsiniz. Hess and Poult'a göre kafayı ne kadar çalıştırırsanız, göz bebekleri de o kadar genişler.

2) Kafam çok dolu!

Poock (1973), deneye katılan adayların kendi zeka kapasitelerinin %125'ini kullanmaya zorlayınca göz bebeklerinin küçüldüğünü bulmuştur.

3) Beynimde hasar var

Bilirsiniz filmlerden,dizilerden baygın bir hastanın üstüne üşüşen doktor hemen mini ışığı ile hastanın iki gözünü kontrol eder. Bu beynin çalışıp çalışmadığını anlamanın en kolay yoludur. Burada doktor "PERRL"e bakar. Yani; gözbebeği eşit, yuvarlak ve ışığa duyarlı mı ? Eğer bir sorun var ise bunlar gözükmez.

4) Şimdi ilgimi çekti

White ve Maltzman adaylara 3 farklı kitaptan 3 farklı pasaj dinletti. Bunlardan biri erotik, biri bir uzvun yerinden çıkartılması ile ilgili, biri de nötr bir yazıdır.

Alıntıları dinleyen adayların göz bebekleri en başta büyümesi gözlenirken bu etki sadece erotik bazlı hikaye dinleyen kişilerde devam etti. Yani en başta dinlediğiniz şey ilginizi bir çekiyor ancak hala ilginizi çeken bir durum var ise bu etki devam ediyor.

5) Beni baştan çıkartıyorsun

Eğer biri cinsel olarak ilginizi çekiyorsa hemen göz bebekleriniz de bu duruma dahil oluyor ve büyüyor. Bu konu bu aralar biraz tartışmaya açık, çünkü çıplak resimlere bakan katılımcılar cinsel olarak uyarılmadığını ancak çıplak resimi sevdiklerini ve ilgilerini çektiklerini öne sürmüşlerdir.

6) Senden iğreniyorum

Tahmin ettiğiniz gibi işler tam tersine de dönebilir. İğrendiğiniz veya hoşlanmadığınız kişi/olay olunca göz bebekleriniz küçülmektedir.

7)  Liberal mıyım yoksa muhafazakar mı?

Bunu dahi göz bebeklerinden anlayabileceğinize inanabiliyor musunuz?! Barlow, Lyndon Johnson, George Wallace and Martin Luther King, Jr.. gibi kişilerin resimlerini adaylara gösterip katılımcının liberal mı muhafazakar olduğunun kanıtlanabileceği gösterilmiştir. Katımcılar kendini yakın gördüğü "devrimci" kişinin resimini  gördüğünde göz bebekleri büyümeye, aksi takdirde küçülmeye başladığı kanıtlanmıştır.

8) Canım acıyor

Chapman ve arkadaşları 1999 yılında katılmıcıların parmağına elektirik vermiştir. Bunun sonunda canı yanan katılımcıların göz bebeklerinde 0.2mm büyüdüğü gözlemlenmiştir.

9) Uyuşturucu etkisi altındayım!

Alkol, afyon gibi uyuşturucular göz bebeklerini küçülmesine sebep olurken; amfetamin, kokain, LSD gibiler büyümeye sebep olur. Polisler için kolaylık bu tabiki ; göz bebekleri 3mm den ufak mı yoksa 6.5mm'den geniş mi diye bakıp durumu kısa yönden tahlil ederler.


19 ) Benim kişiliğim

Bu direkt olarak göz bebeğinin genişlemesi ile alakalı değil ancak yabana atılmayacak kadar da ilginç bir durum.
Gözün 'renkli' kısmındaki ufak lekelere bakarak bireyin kişiliği hakkında bilgi sahibi olabiliyorsunuz.











Mesela, yukarıdaki resime bakarak birkaç varsayıma ulaşabiliriz. 1 ile numaralandırılmış kısımlar bu göze sahip olan kişinin sıcak kanlı olduğunu söylüyor. 3 ile gösterilen kısımdan ise bu kişinin düşünmeden hareket eden birisi olduğu çıkarımına varabiliriz.

Pax6 adlı gen beyinimizde yaklaşım ile ilgili davranışları belirlemede rol oynar ve bu gen gözde doku eksikliğine sebep olmaktadır.

Toparlarsak, genelde göz bebeğinin büyümesini pozitif , küçülmesini negatif bir olaya bağlayabiliriz. Ancak, bu duruma göre de değişebilir.

Gözler ruhun aynası mıdır bilemem ancak aklın penceresi olduğuna şüphe yok!





Spring








Friday, April 26, 2013

Bu araştırmayı bulmak nereden akla gelir dedirten birkaç araştırmayı sizin için toplarladım ;



 1) YÜRÜME HIZI




35 şehirde yapılan araştırmaya göre bugün 1994 yılına nazaran %10 daha hızlı yürüyoruz. Gene aynı araştırmadan çıkan sonuca göre en hızlı yürüyen insanlar da Singapurlular. 






2) MENİ VE DEPRESYON

Araştırmacılar şimdi anlatacağım araştırma için nereden esinlendiler söylememişler, ancak bir hayli ilginç :). Prostaglandins yani meninin bir bileşeni aslında depresyon tedavisinde etkili bir faktörmüş.Nedir, ne değildir, nasıl kullanılır muamma olarak kalan bir araştırma olsada ilginçliğini halen korumakta. E tabi nasıl bu sonuca varmışlar diyeceksiniz. Hemen özetleyeyim. Cinsel birleşme sırasında condom kullanmayan kadınların, cinsel birleşmeden kaçan ve condom kullanan kadınlara oranla çok daha az depresif semptomlar gösterdiğini bulmuşlar. Kadın kan dolaşımı tarafından emilen bu meni antidepresan görevi görmektedir diye bir sonuca ulaşmışlar, ancak ileri araştırma yapılması gerekilmektedir. Korunmaya devam!


3) EMPATİ

 Zaman geçtikçe eşine benzersin derler ya hani... İşte onun bir nedeni de empati. Karşılıklı olarak empati gösteren çiflerin yüzleri zaman içersinde birbirine benzemektedir. Bu duruma etken olan faktörler, yeme alışkanlığı , çevre ve son olarak da empati olarak kanıtlanmıştır.



4-5) KÖPEKLER
4)1993'te yapılan araştırmaya göre köpeği olan insanlar diğer insanlara oranla daha konuşkan oluyorlar. Köpeklerden yola çıkarak böyle bir araştırma konusu bulmak da epey ilginç. 

5) Tekrar köpek-insan hakkında bir araştırma anlatacağım. Araştırmaya göre sahip olduğunuz köpek öldüğünde onu yemek/yeme düşüncesi ekonomik durumunuz ve kültürle ile alakalı bir durum. Şimdi okuyacağınız sizi biraz şaşırtabilir çünkü bulgulara göre ortalama yaşam koşullarına sahip bir amerikalı  köpeğinin tadına bakmaya fakir amerikalı ve brazilyalılardan daha meyilli. Bu araştırmada çinliler yer almamış. Düşünmesi bile zor geldi bana açıkcası!


6) PİSUVAR



1976 yılında Middlemist ve arkadaşları erkeklerin umumi tuvaletlerde yaptığı idrarırın hızı ve akışının  kendi alanındaki kişi tuvalet yoğunluğundan nasıl etkilendiğini araştırmışlar. Aslında birçok erkeğin de farklında olduğu bir sonucu kanıtladılar. Erkekler çişini yaparken diğer kişiden uzak olmayı tercih ediyor. Diğer kişi ne kadar yakınsa, idrar bir o kadar uzun sürmekle beraber miktarı da azalıyor. 

 



7) KENDİ FELCİNİ KENDİN ARAŞTIR!




Uyku ve rüya araştırmacısı Allan Hobson'ın, 2001 yılında beyin sapında bir felç gerçekleşti ve o  andan sonra yaşadığı her anıyı,hissettiklerini kayıt altına almaya başladı. Bu araştırma size ilginç gelmeyebilir ancak kendi yaşağı feci incelemesi zor olmakla beraber garip de. Hele felç yaşamadan önce aynı değerlendirmeyi kediler üzerinde yapıyor olduğunu bilince..






8) GIDIKLAMA













Profesor Clarence Leuba gıdıklanmanın doğuştan mı geldiğini yoksa sonradan öğrenildiğini mi araştırmak istemiş. Bu araştırmada da kendi çocuğunu kullanmış. Her gün çocuğunu gıdıklamış ve çocuğunun verdiği tepkileri incelemiş. Ancak bir gün araştırmanın tüm protokolünü unutmuş ve araştırma çöp olmuştur. O zamana kadar topladığı verilere bakarsak gıdıklanmanın doğuştan gelen bişey olduğuna varmış.

9) RADAR GÜVERCİNLER

9) Bu araştırma da bir hayli ilginç kimine göre de aptalca. B.F Skinner, 2. dünya savaşı sırasında hedefi saşıran füzeleri tekrar rotaya sokacak birşey geliştirmek istemiş. Bu arada Skinner radikal davranışçılığın babası olarak bilinir. Bu rotaya sokma aşamasında da kullanmak istediği ana 'materyal'; güvercin. 
Bu güvercinler Skinner tarafından hedefin neresi olduğuna dair eğitilecek. Füze hedeften şaşmadıkça güvercinler birşey yapmayacak ancak eğer bu füze rotadan çıkarsa, güvercinler yer değiştirecek ve uzaktan kumanda ile kontrol edilen füzenin rotası tekrar değiştirilecek. Her ne kadar garip ve olasılığı düşük bir deney gibi gözükse de devlet bu araştırmaya 25.000 Dolar kadar kadar yardım etmiştir.
Skinner bu fikri başarılı olsa da daha sonra garip ve pratik olmadığı düşüncesi ile son verilmiştir. Buna ön ayak olan diğer şey ise radar teknolojisinin güvenirliğinin kanıtlanmış olmasıdır. 






Gallup, G. G., Jr., Burch, R. L., & Platek, S. M. (2002). Does Semen Have Antidepressant Properties? Archives of Sexual Behavior, 31(3), 289-293. doi: 10.1023/a:1015257004839

Friday, April 19, 2013




Daha önce bir kimsenin hiç midesine kramplar girmeden konuştuğuna şahit oldunuz mu? Ya da aslında gergin olunmasını beklediğiniz bir anda eğer bu aynı duyguları sizinle paylaşmayan biri olduğunda şaşıra kaldınız mı?

Yarım saat önce şuan hissettiği duyguları yanlış yorumladığını düşündüğüm bir arkadaşımdan yola çıkarak bugünün konusuna giriyorum :)

Dutton ve Aron'nun 1973 yılında aşk köprüsü adında bir araştırma yürütmüşler. Suyun baya üstünde  bulunan asma köprüden geçen,  'gergin' olarak gözlemlenen bir kaç adama 'çekici' olarak değerlendireceğimiz bir bayan, araştırma için anket doldurmayı teklif ediyor. Anketi doldurduktan sonra da bu bayan adama  eğer araştırma ile ilgili akıllarına birşey takılırsa ya da detaylı bilgi almak isterlerse diye onu arayabilmeleri için  kendi telefon numarasını veriyor.

Araştırmanın diğer kısmında ise başka bir köprüde bu çekici bayan tam köprünün ortasında adamlara yaklaşıp anket yapmalarını istiyor. Diğer durumdan farkı ise, deney sallamayan ve kaymayan bir köprüde, yere yakın bir yerde gerçekleşiyor olması.

Bu deneyin can alıcı noktası şu ; kaç adam bu bayanı arayacak? Bulgulara göre sağlam köprüde bulunan adamların 16 tanesinden 2 tanesi bayanımızı ararken, sağlam gözükmeyen köprüdeki 18 adamdan 9'u bayanı aramış. Demekki bu köprüde birşeyler oluyor.

Tehlike çanları çalıyor gibi hissettiniz mi? :) Acaba korku çekim ile mi karıştırılıyor, yoksa mesela sevgilinizden ayrılacaksınız ve ayrılmayıyorsunuz çünkü onu çekici buluyorsunuz, ama bu mümkün değil çünkü zaten onunla devam edecek ortak noktanız kalmadı. Acaba bunlar kaybetme korkusundan dolayı mı oluyor?

Dutton ve Aron sallanan köprüde bulunan insanların diğer köprüdeki insanlara göre daha stresli, gergin durumda olduklarından dolayı vücudun korkuya verdiği reaksiyonlar çekim olarak yorumlanabiliyor diye açıklıyor.

Yani, evet korku cazibenin arkadasına sinsice gizleniyor!

Ancak, bu açıklama tartışmaya bir hayli de açık çünkü bu araştırmanın arkasından yapılan diğer çalışmalar korku gibi negatif bir duygunun çekim gibi pozitif bir duygu ile yorumlanmasının pek mümkün olmadığını göstermiş.

Buna ek olarak  nötr duygu iki tarafla da ( negatif/pozitif) yorumlanabilir. Bu şu demek; bazı insanlar sert bir kahve içmenin kendisini harakete geçirdiğini ileri sürerken diğerleri rahatsız ettiğini söyleyebiliyor. Bir deneyim bazı insanlara çekici gelirken bazıları ondan kaçabiliyor.

Her ne kadar D&A'nın araştırması bir nevi çürütülmüş gibi gözükse de deneyimden gidersek çok da yanlış olduğunu düşünmüyorum. Bu konu hakkında çok okumadım, ve deney de yapmadım ancak  deneyimlerinizi düşünün, arkadaşlarınınız size anlattıklarına odaklanın. Son vermeye karar verdiğiniz ama emin olmadığınız yani bir nevi daha iyisini bulamayacağınızı düşündüğünüz ilişkilerinizi, işinizi düşünün. Birden aslında bulunduğunuz durumu sevebilirsiniz, belki 4 yıldır hissetmediğiniz heyecanı hatırlar ve onunla beraber olmak istersiniz, rol yapabilirsiniz. Alışkanlık olarak da adlandırabilirsiniz ama peki 3 aylık bir iş/ilişkiyi mi alışkanlık olarak adlandırabilir miyiz? Tartışmaya açık. Başka araştırmalarla desteklemek lazım.

Duygular balon gibi içimizde oluşup kontol edilemeyen birşey değildir. Bilinçli düşünceler ile onlara yol çizip onları yorumlayabiliriz.
En başa dönersek; korkuyu heyecan olarak değerlendiren kişiler sonuç için hangisinin daha çok tetikleyici etkisi varsa  ona bağlı kalarak devam etmelidir.Aynı  şekilde toplum içinde konuşmaktan korku duyan bir insan sonuca giden yolda hangi duygu işine yarayacaksa o duyguyu kullanmalıdır.


İnci Tebiş





Sunday, April 14, 2013



En çok deneyimimin olduğu ama en az konuştuğum konuya bugün girmeye hazırım sanırım. Aşk. 33. yazımın aşk ile olacağına söz vermiştim ve sözümü tutuyorum :)

Yakın dostlarımın nasıl aşka başladığını, nasıl aynı duygu için farklı aşamalardan geçtiğini gözlemleme gibi harika bir deneyim edindim. Biri ilk onun mesaj atmasını, ilk onun öpmesini beklerken diğerleri dobra dobra o anda ne istiyorsa ona girişti. Aynı olan tek şey var ki o da O'ndan bahsederlerken, yüzlerinin güldüğü, heyecanlandıkları idi. İştahları kesildi, ev-iş güzergahı birden genişledi ve enerji patlaması yaşadılar. Son aşamada da facebook'da durum paylaşıldı.

Hayır esas önemli nokta da bu duygular kışın da başladı. Araştırmalara göre devam eden ilişkilerin çoğu yazın başlıyor, çünkü kış yorucu, soğuk, kendini 'çekici' olarak göstermenin yazdan daha zor olduğu bir dönem.

Peki, hadi konuya girelim. Birisine aşıksınız, birisi sizin herşeyiniz, onsuz olamaz dediğiniz kişi  daha iyi olarak düşündüğünüz birisi ile çakışıyor. Hoppala paşam malkara keşan!


Yeni birisine aşık olup diğerine bağlı kalabilir misiniz?
Aynı anda iki kişiye aynı duyguları besleyebilir misiniz?
Yoksa bu yeni biri arayışında iken eskisinden kopmak için kurulan bir köprüden, geçiş zamanından mı ibarettir?




Hem kültürden dolayı hem de  yarattıkları kişisel ahlaktan dolayı çoğu insan bu durumu reddecektir. Onların bakış açısınıa göre aşk bir kişiye verilmelidir. Bir kalbimiz vardır ve  ancak bir kişiye yetecek kadar duygu pompalayabilir. Bu tarz bir sevgi başka bir kişi için bölünemez. Yoksa bu, Osman'a, Ayşe'ye çok vermen, Kemal'e Merve'ye az vermen anlamına gelir. Kısaca birini bırkmadan diğerine geçemezsin. Bu durum para ve zaman açısından doğru olabilir, ancak bir anne 2 çocuğa sahip olduğu zaman ilgisini sadece birine vermiyor, ikisini de eşit seviyor. O zaman neden iki kişiye aşık olunmasın? Belki çok alta indirgemek gibi olacak ama vereceğim örnekten çok doğru bir tespit yapmak da mümkün.
Az çok hepimiz pazarda alışveriş yapmaya aşinayız. O kargaşada bir bluz beğenir elimize alırız. Bedeni de Medium'dur, bu size olur bilirsiniz ancak small olsa daha iyidir. Bir beden küçüğünü ararken tezgahı darma duman edersiniz. En önemli nokta ise elinizdekini de bırakmazsınız. İstediğinizi bulursanız bir ona bir de diğerine bakarsınız; defosu var mı, ne kadar küçük, hangisi üstünüze daha olur... Bu süreçten sonra da uygun olduğunu düşündüğünüz bluzu alırsınız. Bu bizim doğuştan getirdiğimiz, bize bahşedilen seçme sürecidir.

İki kişiye aşık olunamayacağını ileri süren kişiler de ikinci olarak aşkın monogam ( tek eşli) olduğunu söylerler. Peki neden? Aşk doğanın bize sunduğu, yaşayacağımız bir duygu. Bir taraf güven anlamında tatmin ederken diğeri de karşığını sevgi ile verir. Ancak bu iki kişinin de monogam ilişkiye ihtiyacı olduğunu savunur ,bu da akıllara başka bir soruyu getirir; monogam olan insanlar, doğal olarak monogam ilişki isteyecektir, ama bu monogamlığa olan arzunun ne olduğu açıklayamaz. Tabi ki de monogam bir ilişki istemek bir savunma veya mazeret gerektirmez, ama bu hala monogam ilişkinin zorunluğu olması gerektiğini açıklamaz.

Aslında hepsinin ötesinde sorun iki kişinin monogam ilişki isteyip ancak birinin başka bir kişiye, diğerinin haberi olmadan, gönlünün kaymasıdır. Sadık kaldığınız adam/kadın'dan geçireceğiniz zaman çalınır ve diğer kişiye harcanır. Bu durum sizi istenmeyen bir seçme aşamasına getirir. Ancak, tek eşlilik üzerine kurulu bir ilişkiniz yok ise yaşadığınız durumu 'sadık' olduğunuz kişiye açıklayabilirsiniz çünkü zaten bir beklenti yoktur. Bunları yazarken aslında çok dış pencereden bakıp mantık çerçevesi üzerinde yazıya döküyorum. Ülkemizin insanlarına , hatta yeni jenerasyona bakarsak insanlar bir şekilde tek eşli olmak istiyor . Bir süre kaçamaklar hoş güzel ama malum konuşma için çanlar birgün çalınıyor. Bunun sonunda da eğer iki tarafta sadık olmak isterse bir 'ilişki' başlıyor, aksi takdirde ya ipleri koparın ya da size uygunsa devam edin. İnsanların bu aşamada yaptığı en büyük hata, umut bekleyerek 'tamam bana uyar' diyip takılmaya devam etmek. Gene istisnalar vardır elbet, ancak ilişki beklemeyen kadın/adam yarın da beklemeyecektir. Beklese de sizin olma olasılığınız da muamma. Bu noktada beyhude bir bekleyiş içindeyken kendinizi o kişinin whatsapp'da son görülme saatini, facebook'da ilişki durumunu kolluyor olarak bulabilirsiniz. Bunlar ne kadar komik gibi gözükse de aslında  can acıtan bir uğraştır.

Yıllar içinde aşkın, sevginin nasıl evrildiğini düşüyorum da sanırım şu şekilde oldu ;
Kaynak az, seçenekler az;  biri, birini sever, ilişki başlar ve evlenilir.
Yıllar geçer; ilişkide olalım ama birbirimizi sıkmayalım. Ara sıra görüşelim bakalım nasıl oluyor.
Yıllar biraz daha geçer; *uck Buddy tanımı ile karşılaşırız. Hiçbir şekilde duygusal bir ilişki beklenmez ama sadece cinsellik için birliktelik yaşanır.

Şimdi ; geçmiş hala günümüzde mevcut (tahtaya vurun!), hep mevcuttu ancak yeni bir tip daha var. Geçen gün bir arkadaşla günümüze uyan yeni bir tanım getirdik ;  Fun body. Bu tanıma göre birey cinselliği karşı tarafla yaşıyor ve tüm duygular açık açık karşısındakine anlatılıyor. Arada sırada dışarı çıkıp da birşeyler paylaşılıyor ve çifler gecenin sonunda sarılarak uyuyor ancak bunlar sonucusunda hiçbir  sadakat beklenmiyor. Bu ilişkinin temelinde kıskançlık ve bağlanma yok.

Apple Iphone 6'yı çıkaracekken bizim hala nokia için kalbimizin atması iyice zorlaştı. Başa dönersek, bir ilişkiyi bitirip diğerine başlamak her zaman daha mantıklı ancak kolay da değil. Zor bir döneme geldiğiniz zaman kendinize bir sorun ; bunu yapmaya devam edip herkesi gerçekten de mutlu edebilir misiniz? Hayır demenin zevkine varın, Nazım Hikmet'in de dediği gibi " Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin..."

İnci Tebiş

Tuesday, April 9, 2013





Uçarı bir isteğimi sorsalar herhalde bir fondünün içinde 1 saat geçirmek derim. Kadın doğası, damak tadı, biyolojik gerçek; seviyoruz çikolatayı. Bazen yememizi haklı kılacak nedenler buluruz ; 1 hafta güzel bir diyet yaptım, hakkettim ya da çok mutsuzum, hayır çok mutluyum. Nedeni, zamanı farketmez, yeriz. Duracağımız yeri de bilmek zorunda oluruz çünkü mutluluk ile birlikte kiloyu da beraberinde getiren bir bağımlılıktır. Ancak, size bir surprizim var! Çikolata yemeye girişirken kendinize ve etrafınıza gerekçe sunacağınız bir gerçek daha buldum!

Araştırma siyah çikolata üzerinden gitmiş ama çikolata çikolatadır deyip kendimi avutmak istiyorum. Siyah çikolatanın yüksek tansiyona, kalbe iyi geldiğini artık sağır sultan duydu. İyi gelmesinin sebebi de kakao'da bulunan flavonoidler antioksidan görevi gördüğü içindir. (Bu flavonoidler aynı zamanda sebzelerde, fındıkta da vs. bulunmaktadır.) 

Calgary Üniversitesinde çalışan araştırmacılar da bu flavonoidlerin uzun erimli bellek ( long term memory) üzerindeki etkisini göl de yaşayan özel salyongozlar (Pond snail) üzerinde test etmişler. Pond Snail'in özelliği derileri üzerinde nefes almasıdır . Eğer oksijen seviyeleri düşerse de nefes alma tüpleri belirli bir seviyeye, yüzeye çıkar ve oksijeni alırlar. Journal of Experimental Biology'nin verdiği bilgiye göre bu salyongozlar oksiyensiz suyun içine konularak ve sadece tüplerine dokunarak nefes almaya yakın bir deneyim yaşatmak eğitilebilir birşeydir. Yani salyagoz tam tüpü uzatatıp nefes alacakken, yavaşca dokunuyorsunuz ve tüpü kapatmayı öğreniyor. 

Uzun bir girizgahtan sonra, konuya gireceğim. Öncelikle salyangozlara oksijensiz suda tüplerini kapalı tutmayı öğretiyorlar. Bu öğrenim süresi yaklaşık yarım saat sürüyor. Daha sonra bir grup salyangoz flavonoid içeren oksijensiz suya sokuluyor. Flavonoid içermeyen suda zaman geçiren salyangozlarda unutma 3 saat sonra gerçekleşirken, flavonoid grubunda unutma 72 saat sonra gerçekleşiyor. 

Bu çalışma flavonioid direkt olarak hafızanın depolandığı nöronlara etki ettiğini göstermektedir. 
100 gram siyah çikolata yemek hafızamızı güçlendirir mi bilemem ama denemeye değer olduğunu düşünüyorum.


Lee Fruson, Sarah Dalesman and Ken Lukowiak. A flavonol present in cocoa [(−)epicatechin] enhances snail memoryThe Journal of Experimental Biology, 2012 DOI: 10.1242/​jeb.070300


----İnci Tebiş-----

Monday, April 8, 2013



"Bir erkek, güzel bir kadın ile bir yerde 1 saat oturursa, onun yanında 1 dakika geçirdiğini zanneder; fakat kızgın bir soba üzerinde 1 dakika kalan adam, bir saatten beri orada oturduğunu iddia eder." demiş A.Einstein. Bu da bize rölativite teorimini açıklar. Peki ne kadar doğru?

5 duyumuz ve beynimizdeki reseptörler sayesinde etrafımızda olan biteni kavrasak da aslında beynimizde zamanı ölçmeye yardımcı olan belirli reseptörler yoktur. Tabii ki de çoğu zaman bu durumla başa çıkabiliriz. Neyin tam zamanı, neyin tam zamanı olmadığını söyleriz. Özellikle de 6 yaşından sonra doğruya yakın zaman kavramımız oluşur, diğer bir deyişle zamanı sayabiliriz. Kısaca yeteri kadar dikkatimizi verebilirsek, işi başladığımız ve bitirdiğimiz arasında geçen zamanı net olarak söyleyeriz ki bu da biyolojik saatimiz sayesinde olur.

Peki o zaman bu 'beyin kronometresi' her zaman, zamanla aynı hızda gider mi?

Mesela, beklediğiniz bir tatilin çok çabuk geçtiğini ya da tehlikeli bir durumu atlatırken ( örn. trafik kazası)  zamanın adeta durduğunu hissettiniz mi ? Eğer biyolojik saate sahipsek neden böyle bir süreç yaşamaktayız?

Droit-Volet ve Gil bu durumu ölçen birtakım deneyler yapmışlar. Araştırmanın bir tanesinde 3 grup oluşturmuşlar. Bir grupa korkuyu , diğer gruba da hüznü tekikleyen filmler izletmişler.  (3. grup ise kontrol grubudur.)

Bulgulara göre korku filmi izleyen grubun zaman bozumuna uğradığı bulunmuş. Bu grupta 'Zamanın yavaşlaması' hissi tetiklenirken, diğer 2 grupta böyle bir sonuç ortaya çıkmamış.

Droit ve arkadaşları bu durumu, vücudun olaylara verdiği fizyolojik tepkimeye bağlıyor. Bu demek ki korku birden bireyi heyecanlandırıyor ve biyolojik saatimizi hızlandırıyor. Biraz daha detaya girecek olursak ; korktuğunuz zaman kalbiniz hızla çarpmaya başlıyor, tansiyonunuz çıkıyor, göz bebekleriniz büyüyor ve vücudunuz bilinçsiz olarak kendini savunmaya alıyor ve ortaya ' fight or flight' modu çıkıyor. Bu durum da zaman kavramının bozulmasına sebep oluyor.

Deneyimlediğimiz bu durum biyolojik saatimizin yanlış veya eksik çalışmasından değil duruma göre dikkatimizi başka yerlere odakladığımız için gerçekleşmedir. Kesin sonuçlara varmak için fazlasıyla deney yapılması gerekmektedir ancak birşey kesin ki zaman kavramı değişmektedir, yani Einstein'nın da dediği gibi görecelidir.

Droit-Volet S, Fayolle SL, & Gil S (2011). Emotion and time perception: effects of film-induced mood. Frontiers in integrative neuroscience


-----inci Tebiş-----

Thursday, April 4, 2013

 

Vucud diline  ve onun anlattıklarına artık pek bir aşinayız. Karşımızdaki insanların gösterdiği bir takım mimiklerin, hareketlerin davranışımızı nasıl etkileği de aslında çok şaşırtıcı. Peki eğer bir hareket düşüncelerimiz üzerinde bu kadar etkili ise giydiğimiz kıyafetler de kognitif düşünceyi etkileyebilir mi?

Giydiğimiz kıyafetlerin nasıl bizi sportif, sexy, masum gösterdiğinin farkındayız. Biliriz ki bir iş  görüşmesinde erkeksi tarzda giyinen kadınların işe alınması daha olasıdır ve resmi bir giysi içindeki ders veren bir asistan ya da öğrenci  gündelik giyinenlerden daha zeki olarak algılanır. Esas soru acaba bu giydiğimiz kıyafetler bizim düşüncelerimizi etkiliyor mu yoksa bu sadece bir his mi?

Adam ve Galinsky 2012 yılında beyaz  laboratuar gömleği giymenin dikkat üzerindeki gücünü ölçmüş. Temel mantık beyaz lab önlüğü giymek direk olarak bilim adamları ile eşleşecek ve insanlar detaylara bile dikkat edecek. Beyaz önlüğün otorite üzerinde etkisi yıllarca araştırılmıştı ve inkar edilemeyecek kadar fazla olan boyun eğme davranışı gözlemlenmişti. Açıkcası ben belirli kıyafetleri giydiğimizde bir rolü daha kolay üstlendiğimizi ve bunun temel yeteneklerimizi nasıl etkilediğini görmeye bayılıyorum :)

Deneye geçersek ; bir gruba beyaz gömlek giydirmişler.Diğer grup da günlük kıyafeti ile deneye alınmış. Önlerine dikkati ölçen basit bir test vermişler. Bulgulara göre beyaz lab gömleği giyen kişiler diğerlerine oranla çok çok iyi bir performans göstermiş. Bu etki, " doktorlar itinalı, çalışkan ve dikkat vermekte iyi olurlar" sembolik anlamını  bilmenizle ortaya çıkar. Dolayısıyla bilim insanları giydirilmiş bilinç  adını verdikleri bu olayı da açıklağa kavuşturmuş oldular.

Bu sonuç bir çok araştırmaya ön ayak olabilir. Mesela fötr şapka giyen bir yazar daha yaratıcı olabilir mi, ufak yuvarlak gözlük giyen bir psikolog ilgilendiği konunun çok derinine mi girer, şef şapkası giyen bir anne daha iyi mi yemek yapar?

Düşünme süreçleri,  ilişkili soyut kavramları tetikleyen fiziksel deneyimlere dayalıdır. Şimdi öyle görünüyor ki bu deneyimler giydiğimiz kıyafetleri de kapsıyor.Giysiler bedeni ve beyni işgal ederek giyeni farklı bir fizyolojik duruma sokuyor.

Sanırım bundan sonra duruma göre giyinmeye daha çok dikkat edeceğim :)

Adam, Hajo and Adam J. Galinsky (2012). Enclothed cognition Journal of Experimental Social Psychology

Tuesday, April 2, 2013




Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz ,hooop ordayım...

Muhtemelen bu yazıyı okuduktan sonra yukardaki sözlere aşına iseniz içinizden şarkıyı tekrarlamaya başlayacaksınız.
Sevin ya da sevmeyin bazen bir müzik duyuyoruz veya istemsizce maruz kalıyoruz ve bir kısmını deflarca tekrarlamaya başlıyoruz. Yetmezmiş gibi sesli söyleyip virus gibi herkese yayıyoruz.

Bilimde bu duruma 'earworm' yani kulak solucanı denmektedir. (Diğer bir deyişle 'zeigarnik' etkisi*)
Açıklaması da tam olarak ortamda bir müzik çalmıyor bile olsa kişinin kafasında sürekli  aynı yerleri tekrar etmesidir ve şarkıyı bitirememesidir. Bu kafamıza takılan şarkıların genel özellikleri, hızlı ve tempolu bir melodiye sahip olması ile birlikte sürekli tekrar eden bir nakarata sahip olmasıdır. Bu durum ise belirli bir doruğa ulaşıp kırılana kadar da devam eder.

James Kellaris'in yaptığı araştırmaya göre insanların %98'i bu durumu yaşamaktadır. Kafamıza takılan bu şarkıların %73.7'ü söze sahipken, %7.7'si sözsüz. Daniel Levitin'in bir kitabına göre de obsesif-kompulsif bozuluk tanısı almış kişilerin bunu daha çok yaşadığı ve tekrarladığımız kısmın 15 ile 30 saniye arasında değiştiğini yazmıştı.

Mesela, günün bir anında bir müzik dinledikten sonra ya da sabah kalktığımızda  nereden geldiği hakkında en ufak bilgimiz olmadığı bir müziği tekrarlarken bulabiliyoruz. Bunun bir sebebi de içinde bulunduğumuz duygu, durumun dikkatimizin en düşük olduğu vakit tetiklemesidir.

Peki şuan durumun tam olarak ne olduğunu anlattıktan sonra sonraki soruya geçebiliriz, nasıl durduracağız ?

Anahtar çözüm, bu duruma meydan okuyabilecek başka birşey bulmak. Kısaca başka birşey üzerinde kafa patlatmak. Eğer çok zor birşey seçerseniz, kendinizi o işe çok iyi veremeyebilirsiniz, ve müzik geri gelir. İyisi orta zorlukta kognitif becerimizi kullacağımız bir taslak bulmak.

Yani puzzle, sudoku çözmek. Dikkatinizi böyle bir aktiviteye aktarmak, aklınızdan atamadığınız şarkının dermanı olacaktır.


Bu konuda en büyük vaka, Jean Harris diye bir adamın Harman Tarnower adlı bir doktoru öldürdükten sonra  Gilda adlı bir filmde duyduğu "Put the blame on Mame" adlı şarkıya takılmasıdır. Bu şarkıyı 33 yıl boyunca kafasında çalmış ve normal bir sohbet esnasında bile aklından bu şarkı geçiriyormuş.
http://www.youtube.com/watch?v=xBILSCFMg8M


Ben açıkcası bu durumu oldukça çok yaşarım ve cesaretimi toplayarak en çok aklımda tekrarlayan yıllar geçse de ansızın çıkıveren şarkıyı sizinle paylaşmak isterim :)


http://www.youtube.com/watch?v=Y2raEDltvd0


 Zeigarnik Etkisi: Bitirilmemeiş, sonlandırılmamış işlerin zihni meşgul etmesi



-----İnci Tebiş-----


Sunday, March 31, 2013




Ülkemizde apaçık bir gerçek vardır ki eğer almak istediğiniz, çok pahalı olduğunu düşündüğünüz birşey varsa ve bir de onun çok iyi bir taklidi varsa e alırsınız.

Sinemada, tiyatroda, gerçek hayatta neyin yalan neyin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz ya da söylemek çok da önemli midir? Peki ya size yapay olanın psikolojik etkileri tahmin ettiğinizden de büyük olduğunu öne sürersem ne dersiniz?

Bilinçli veya bilinçsiz olarak belli başlı aldığımız ürünler var. Bu aldığımız, giydiğimiz ürünler karşı tarafa statütümüz hakkında mesaj verir. Zevkimizi, rengimizi, mali durumumuzu içeren mesajlardır bunlar.

Aldığımız şeyler çok iyi taklit edilmiş bir sahte bir ürünse ve  bize negatif mesaj verse de biz onu giyeriz, kullanırız.

Gino ve arkadaşları bu davranışın etik olmayan davranışı tetikleyip tetiklemeyeceğini merak etmiş ve araştırmış. Araştırmada bir gruba gerçek gözlük  , diğer gruba da çok iyi taklit edilmiş olan 'çakma' gözlükler verilmiş. Aslında iki grubin gözlüğü de gerçek.

Bu iki grup da bir takım testlere maruz kalmışlar ve sonuçlara göre de gerçek gözlük takan grup verilen görevde %30 , sahte gözlük takan grup ise %71 oranında hile yapmış.

Durun daha bitmedi :)

Sahte gözlük taktığını düşünen grup diğer insanların davranışlarını daha çok ahlaka aykırı, güven duyulmayan, ne zaman ne yapacağı belli olamayan kişiler olarak diğerlendirmiş.

En son yapılan araştırmada da bireylerin işteki durumuna bakıldı. Sonuca göre de sahte gözlük giyen kişiler kendilerini 'sahte' hissettikleri dolayısı ile de etik olmayan davranış sergiledikleri ortaya çıktı. Durum vahim, çünkü bu insanlar gerçekten sahte gözlük giymiyorlar ve giydiklerini düşükleri için etrafa yanlış mesajlar gönderiyorlar, kendileri de inanıyorlar ve davranışa yansıtıyorlar.

Bu araştırma sadece gözlük üzerinden yapılmış, hayatımız her alanına genelleyebilir miyiz emin değilim. Belki de bir nevi hile yapmaya yatkın olan insanlar sahte gözlük takmayı seçiyor.

Bir an durup düşündünüz değil mi ? =)


Gino F, Norton MI, & Ariely D. (2010) The counterfeit self:the deceptive costs of faking it. Psychological science : a journal of the American Psychological Society / APS, 21(5), 712-20.
 
-----inci Tebiş-----

Thursday, March 28, 2013




Her zamaki gibi sokakta  yürüyorsunuz, ve birden aklınıza uzun zamandır görmediğiniz biri,  ya da çok alakasız olduğunu düşündüğünüz bir şey belirdi. Aklınıza geldiği gibi de bir kaç dakikaya unutuverirsiniz.

Daha ilginci ise günlük hayatınızda hiç alışkın olmadığınız, geçmişinizle alakalı olduğunu düşünmediğiniz birşeyin aklınıza gelmesidir. Mesela rende, hiç kullanmadığınız bir ilacın ismi vs.


Bu deneyime 'mind-pop' deniliyor, bilinçli olarak düşünmediğiniz birşeyin birden aklınıza gelmesi olarak da açıklanabilir.

İstemsiz olarak çıkan anılarla yapılan çalışmaya göre, bunu her insan değil ama çoğu kişinin hayatlarının bir köşesinde yaşadıklarını bulundu.

Şöyle ki Kvavilashvili ve Mandler birden beliren bu resimlerin ve kelimelerin aslında haydan gelmediğini kanıtladılar.

Bu yaşadığımızın  sebebi ilişkili mind-pop. Mesela Ramazanı düşünüyorsunuz ve daha sonra aklınıza pide geliyor. Ya da muz görüyorsunuz ve daha sonra aklınıza bahamalar geliyor. (banana'nın fonolojik yapısından dolayı olabilir). Nedenini tabiki de ön göremiyorsunuz çünkü bu süreç bilinç altından çıkageliyor.

Daha da ilginci aklınıza gelen bu kelimelerin kaynağına haftalar hatta aylar önce maruz kalmış olabilirsiniz. Bu da görüntülerin, kelimelerin, fikirlerin çok uzun süre saklandığını kanıtlar. Neyse ki aklımız bilgilerin bazılarını bastırıyor da sürekli karşımıza nereden çıktı bu dediğimiz, dikkat dağıtıcı bir durumla uğraşmıyoruz.

Kısaca bir dahaki sefere aklınıza gelen ilginç birşey olduğunda bilin ki, daha önce bu durumu tetikleyen birşey yaşadınız. Tabiki neden özellikle o aklınıza gelenler geliyor ve maruz kaldığınız diğer şeyler gelmiyor işte orası muamma.

Kvavilashvili, L., & Mandler, G. (2004). Out of one’s mind: A study of involuntary semantic memories. Cognitive Psychology, 48, 47-94.


-----İnci Tebiş-----

Monday, March 25, 2013



Annelerimiz, sağlık alanında çalışan uzmanlar mikrobun yayılmasını önlemek için birincil yapmamız gereken şeyin ellerimizi yıkamamız olduğunu söylerler, biliriz, uygularız.Ancak,
Araştırmacılar daha da ileri gidip fiziksel temizliğin şaşırtıcı psikolojik etkisini bularak yaralarımıza derman olmuştur ya da olmuş mudur?


Konunu özü şu : Bulgulara göre fiziksel temizlik vereceğimiz sert ahlaki kararları oldukça azaltıyor.

Kişisel olarak bir hayli içinde olduğum ilgilendiğim karar verme davranışı ve ahlaki kararlar hakkında araştırmaları anlatmadan önce bu işteki baba ismi size tanıtmak isterim; Jonathan Haidt. Bu amcamız yaklaşık 16 yıl Virginia Üniversitesinde psikoloji dersi verdikten sonra New York Üniversitesine geçmiş, profesör olarak çalışmaya devam etmektedir. Kendisi bir çok kültürde ahlak konusunu derinlemesine incelemiştir ve gözümde tam bir idoldür.  TED'deki konuşmalarını dinlemenizi bir hayli tavsiye ederim.

2008 yılında Jonathan Haidt ve arkadaşları insanlara, yakın kuzenlerin evlenmesinin uygunluğu üzerinde muhakeme yaptırdı. Muhakeme bu tarzta seçildi çünkü bu durum çoğu insanın midesini kaldırır.
Velhasıl kerim, 2 grup seçildi. Bir grubun muhakemesi çok ağır bir çöp kokusu altında yapılırken, diğerleri normal bir oda ortamında yapıldı. Kokuya maruz kalan kişiler bu durumu daha ahlaksız olarak belirlerken, koku altında kalmayan insanlar bahsi geçen evliliğin mümkün olabileceğini söyledi. Buradan yola çıkarak, araştırma fiziksel olarak pis hissetmenin daha sert kararlar verdirdiğini kanıtladı.

Durun dayanamıyacağım, bir araştırma daha anlatmak istiyorum. Gene 2008 yılında ( yanlış hatırlamıyorsam) yapılan bir araştırma göre de temizlikle, ahlaki karar arasındaki ilişki incelendi. İnsanlara bir kaç senaryo verildi. Senaryolar yerde bulduğumuz cüzdandaki parayı saklamanın masum olup olmadığı gibi hikayeler içeriyordu. Bu sorulara bazı insanlar ellerini yıkar yıkamaz cevabını verirken, diğer grup da ellerini yıkamadan cevap verdi.  Ellerini yıkamış olan insanlar bunun olası olduğunu , yıkamamış kişiler senaryonun çok uygunsuz ve kabul edilemez olduğunu söyledi. ( Durun bir düşünün)

Bu araştırmalar hakimler üzerinde de yapılmış ve teorideki hipotezin doğruluğunu kanıtlamışlar. Lakin,lütfen karıştırmayın, durum senaryonun doğru veya yanlış olması tartışmıyor. Fiziksel temizliğin, ahlaki bir karar alırken/verirken gerçekleştirdiği etkisinden bahsediyoruz. Yani tehlike şu ki bir el yıkama gibi basit birşey davranış ile bir suçlu yanlışıkla aklanabilir!

Sonuç olarak, verdiğimiz kararlara rasyonel olarak vardığımızı düşünsek de bazı dış faktörler bunu etkileyebiliyor.

Check-in kontuarlarında vereceğiniz bavul eğer 20/30 kiloyu aşmış olursa dua edin de sorumlu kişi kendisini temiz hissetsin :)



S. Schnall, J. Haidt, G. L.Clore and A. H. Jordan (2008). Personality and Social Psychology Bulletin.


-----İnci Tebiş-----








Sabah bir şarkı dinliyordum da şarkıya göre bugün pazartesi ve kendimi kötü hissetmem gerekiyormuş. Halbuki çok enerjik şekilde kalktım ve kendimi oldukça üretken hissediyorum.
İşe başlamadan önce bir facebook, twitter'a bakarım ve günün teması  belli ; " Keep calm and Pretend its not monday" " OMG" , "Lanet Pazartesi"... Tamam dedim artık araştırma zamanı...

Öncelikle pazartesi sendromunu nasıl teşhis ederiz ona bakalım. Genelde insanlar kendileri stresli,yorgun, hiç birşeye tolere edemeyecek kadar sıkılmış olarak ifade ederler. Güzel bir haftasonu sonrası birşeylerin yapılması stresidir. Bir pazartesi bu semptomlar mevcutsa, geçmiş olsun.

Ortada global bir sorun var bu kesin. Peki gerçektenten de sendrom diyebilecek kadar ileri gitmeli miyiz?

Sydney Üniversitesinden bir grup araştırmacı gönüllü olan bir gruba hergün nasıl hissettiğini sordu. 7 günün sonunda, 8. gün geçen hafta gün gün nasıl hissettiğini hatırlamalarını ve söylemlerini istendi. Genelde fark olmadığı gözlemlensede çoğu kişinin pazartesi günü diğer günlere göre modlarının daha düşük olduğunu bulundu.
Bundan da bir sonuca varmak gerekirse belki de pazartesi olduğunda daha önceki deneyimlerimize dayanarak bu sendromu onaylamayı kabul edip iş arkadaşlarımızı 2 gün sonra görüp bundan keyif aldığımız gerçeğini ekarde ediyoruz.

Biraz daha ileri gidelim; Pazartesi günleri teşebbüs edilen/gerçekleşen intihar durumuna bakalım.

Birçok araştırma intihar teşebbüslerinin pazartesi günleri arttığını gösteriyor ancak 2000 ve 2004 yılları arasında Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre intihar teşebbüsleri Çarşamba günü tavan yapıyor. Bunun nedeni henüz bilenmemektedir.

Madem pazartesi bizim stresimizi arttırıyor ve daha gergin oluyoruz , o zaman bir de kalp krizi oranlarına bakalım. Araştırmalar pazartesi günleri felç, kalp krizi oranlarının arttığını gösteriyor. Hatta bir araştırma da tatil olan pazartesi günlerinde bu oranın düştüğünü gösteriyor. Diyelim ki emekli oldunuz. Eski alışkanlıkları bırakmak zor, hala 'sendrom' devam ediyor.

Bu yaşananların psikolojik olduğu gibi fizyolojik olduğunu da kanıtlamıştır.Haftasonu çok gezenler, alkol çok kullanan kişiler, haftasonu yorgunluğunu pazartesi sendromuna bağlıyor.

Küçüklüğümü hatırlıyorum da pazartesi okula gitmek tam bir işkenceydi. Ne zaman okulda hoşlandığım bir çocuk oldu, haftasonu da okul olsun diye düşünürdüm. E hani sendrom diyorduk. Zaten uğraştığımız çok şey varken bir de kendimize haftanın bir gününü zehir etmenin anlamı yok.

Pazartesi günleri iş yerine, okula kendinizi en rahat, güzel hissettiğiniz kıyafetleri giyin, güzel bir makyaj yapıp , parfüm  sürün, gülümseyin. Gün boyu alacağınız iltifatlar günün yorgunluğu alacaktır. Pazartesi iş çıkışlarında biraz daha sosyal aktivitelere yönelmek de size iyi gelebilir.

Pazertesi olmasaydı Cuma da olmazdı. Pazartesine minettarız :)

------İnci Tebiş-----

Friday, March 22, 2013


 
Dün elime bir mizah dergisinin kapak sayfası geçti. İdam edilecek adama soruyorlar; Son arzun nedir? O da tıp okumak diyor. İroniye de bakın, adam ölümü ‘ertelemeye’ çalıyor.

İnsanoğlu, sadece gündelik işlerini değil; sevgiden ayrılmayı, yaşamayı, bir yetişkin olarak kendi kararlarını almayı, özgürlüğünü kullanmayı da erteler.
Her ne kadar bugünün işini yarına bırakma, carpe diem’ler havada uçuşsa da bunlarla da bir yere varılmıyor.

Genel yaşadığımız problem sanırım aynı, zamanı gelince yapmak. Ancak pazartesi diyete başlamak gibi o yarın hiç gelmez.  Irvin Yalom bu durumun sebebini ,insanlar biraz daha beklerse istedikleri şey kendiliğinden ortaya çıkacakmış hissinden dolayı ertelediklerini yazmıştı, mantıklı.



Peki, neden ertelemenin cazibesine kapılıyoruz?

Yapmak istediğimiz çok şey var. Sadece birine  başlama fikri bile bizi strese sokuyor, endişeleniyoruz. Ertelemenin, istenmedik sonuçtan daha kötü olduğunu bile bilsek bunun adımı atmaya korkuyoruz.

Negatif duygular pek sevilmez . “Tamam, yarın kesin yapacağım, oh” duygusu da iyidir bilirsiniz. Bize bu ufak bir suçluluk duygusu yaratsa da yarın yapacağımızı bilmek bizi rahatlatır. Şuan  böyle hissediyorsunuz. Yarın ne yapacağınızı tahmin etmenin yanında nasıl hissedeceğinizi de tahmin ediyorsunuz.  Bilinçli olmayarak kendimize verdiğimiz mesaj aslında : Yarın bunu yapmak isteyeceğim ve yapacağım’.

Ha ama yumurta kapıya dayanmışsa, ister  hazır hissedin ister hissetmeyin yapılacak olan hemen yapılır. Sorun da bu aslında. Buna ‘dur bakalım hele’ yaklaşımı diyebiliriz.Diğer bir deyişler bu tamamen kişisel hayat düzeniniz ile alakalı bir problem ;

Birincisi, görevden kaçmayı ‘alışkanlık’ haline getiriyoruz. Yapılması gereken işten kaçınca, ufak bir rahatlama hissi ile karşılaşıyoruz. Böylece de kaçma davranışı rahatlama gibi pozitif bir duygu ile ödüllendiriliyor. Daha sonra da alışkanlık haline geliyor. Kendimizi negatif koşullandırmaya alıştırıyoruz.

İkincisi de, yarın yaparım derken hayatımızın mottosunu son dakikada süper işler tamamlarım diye belirlememiş olmamız. Ancak yapılan araştırmalara göre orada da şöyle bir durum ortaya çıkıyor; son dakika insanlar yaptıklarını beğeniyor ancak keşke biraz daha zamanları olsa diye de dile getiriyorlar.  

Bildiğim kadarı ile ne yapabilirizin tam bir cevabı yok, ancak ;
*Düzenizi değiştirin, aklınıza geldiği anda düşünmeden, plan yapmadan hemen işe girişin.
*Kendinize bir ‘deadline’ koymak da güzel bir çözüm olabilir.
*Sizi motive edecekse, işinizin sonucunda olası çıkacak sonucu düşünün.
*Kilo vermek ise amacınız ve bir şekilde aksiyon alamıyorsanız, diyetisyene gidin. Sizi kontrol etmesini rica edin.
*Spor yapmak istiyorsanız, para verin . Araştırmalara göre para verdiğiniz yeri değerli görecek ve devam edeceksiniz.


İnsan yaşamak için doğar, yaşama hazırlanmak için değil

Boris Pasternak

 
İnci Tebiş
 

 

Wednesday, March 20, 2013



Kafa biraz yana eğilir, gözler açılır, 4 parmak dudaklara doğru çıkar ve ses pesten tize doğru çıkarak bilgi aktarımı gerçekleştirilir.

Nerede kalmıştım? Heh,  ama... kimseye söylemeyeceksiniz!

Dedikodunun cazibesine kapılmamızın nedeni, bunun bize miras olması. Diğer bir deyişle, doğuştan gelen bir ihtiyaç.





Okulda, iş yerinde, partide, evde kim ne yapmış, neden yapmış, ne giymiş, kimle çıkmış merak ediyoruz ve bu alışverişi sürekli yapıyoruz.

Bunun temeli nereden geliyor derseniz aslında mantıklı bir açıklaması var. Eski zamanlarda insanlar ufak gruplar halinde köyde yaşardı. Komşun kim, onun 5 metre ötesindeki kim, biliyorlardı. Yabancı biri geldiğinde o kişinin kim olduğunu öğrenmeye yönelik bir girişimde bulunurlardı ve bu bu şekilde devam ederdi.
Zaman içerisinde bu tarz bir bilgi edinmek, üstünlük, riski önceden tahmin etme ve sosyal kabullenme gibi etkenlerle daha da pekiştirilmiş olabilir. Günümüze gelirsek de aslında herkesin kendisine göre bir köyü var ve bilgi almak/aktarmak pek önemli. Sana birşey söyleyeceğim, ama aramızda kalsın diye başlayan nağmeler güven duygusunu destekeleyip, o kişi ile güçlü bir ilişki kurmamıza yarar sağlar. Dolayısıyla bu durum hala geçerliliğini korumaktadır.


Hala 'ama..' diyebiliriz, o zaman bir de bunun fizyolojik açıklamasından bahsedeyim.

2011 yılında Northeastern Üniversitesinde yapılan araştırma dedikodunun karakterle ilgisi olmadığını, bunun beynin bir parçası olduğu sonucuna vardı.

Araştırmadan kısaca bahsetmek gerekirse gönüllülere dedikodu ile eşleşmiş suratlar gösterildi. Bu suratların bazıları negatif, bazıları da pozitif dedikodular ile eşleştirildi.
Gönüllülerin farklı resimlere nasıl tepkiler verdiğini ölçmek için de araştırmacı sağ ve sol göze farklı resimler gösterdi. Bir göz masaya bakarken diğeri dedikodu ile eşleşmiş yüze baktı.
Beyin aynı anda sadece bir görüntüyü kaydedebilir, dolayısıyla beyin aynı anda farklı iki görüntü ile karşılaşınca hangisini önemli görüyorsa onu kodlamaya yönelik girişimde bulunur.

Deneyin sonucuna gelirsek, gönüllüler en çok negatif dedikodu ile eşleşmiş suratlara bakıyor.

Burdan ulaşacağımız sonuç , bizim için tehlikeli ya da merak uyandıran kişiler hakkında daha çok bilgi sahibi olma isteğimiz çıkıyor.
Aynı beyin bende de var ama dedikodu yapmıyorum dediğiniz noktada, karakteriniz rol oynayabilir. Bir açıklama, ketum olabilirsiniz. Dedikodu bir yana zaten çok fazla bilgi alışverişinde bulunmuyorsunuzdur vs. Ancak, araştırmanın da desteklediği gibi alt yapı mevcut :)

Son olarak dedikodunun psikolojik yararından bahsetmek isterim.

-Stresi azaltıyor :  Diana Lang'a göre başkasından duyduğumuz kötü haber bizi mutlu etmiyor olabilir ama aynı durumda olduğumuzu bilmek bizi sakinleştiriyor.

-Günlük sorunlara yardımcı oluyor : bugün herkes erkek arkadaşı ile kavga etti diye psikologa gitmiyor. İlk danıştığı ve içini rahatlattığı kişi arkadaşı oluyor. Kıskançlık, hüzün , mutluluk yaşandığında bunu paylaşıyor ve aynı duygular anlattığı kişi veya diğer başka kişi tarafından yaşanmışsa bu bilgi emiliyor. Başkasının sizi anladığını bilmek, onay vermesi sizi rahatlatıyor ve iyi hissettiriyor.

-Eğlencelidir : Bu, pazartesi başladığınız diyette kendinizi ödüllendirmek için cuma günü yediğiniz bir dilim brownie'ye benzer. Keyif verir, heyecanlandırır.

Son olarak da benden duymuş olmayın ama bu konu hakkında daha derinlemesine yapılan bir araştırma yakında yayınlanacak :)

İnci Tebiş


http://www.npr.org/2011/05/20/136465083/psst-the-human-brain-is-wired-for-gossip
http://www.amazon.com/Creating-Balance-Finding-Happiness-Diane/dp/0757574092


Tuesday, March 19, 2013

Bir bireyin alenen ben Imposter Sendromuyum demesi bir hayli zor. Bu sanki ben yalan söylüyorum, bu başarı bana ait değil, yalancıyım demek gibi birşey oluyor. Yalan söylediğiniz kişi de bir hayli önemli burada ; kendiniz.

Öncelikle, imposter sendomuna sahip olan kişi  ( impostor diyen de mevcut) ne kadar iyi diploması, mükemmel okullara kabulleri yani elle tutulur tüm başarıları olsa da onların hepsinini bir kenara bırakıp bunları şans faktörüne bağlarlar. Vaziyet bu olunca da herkesten daha çok plan yapmaya başlar, olası engellerinin önüne geçmeye çalışır, riskleri daha önceden düşünür olmaya başlarlar.  Bu ilk etapta çok zararsız gözükse de birey gün geçtikçe başarılı, güçlü bir insan olmadığına inanıyor ve kendi performası hakkında şüphe duyuyor. Biraz daha ileri gidersek bu kişi, aldığı notları hocanın onu sevmesine bağlıyor. Herhangi bir konferansa giderse ya da bir danışan ile görüşürse stres tavan yapıyor çünkü  bu ortamlar onun  düzenbazlığının ortaya çıkmasını sağlayan ideal alanlardır. Gün geçiyor ve kimse ondan süphelenmiyor ve bu stres kar topu gibi büyüyüp patlayacak günü bekliyor. 

Araştırmalara göre bu durum cinsiyet fark etmezsizin topumun %70'inde beliriyor.  Peki neden bu sendrom yaşanıyor ve  ne zaman başlıyor ?

Yetersizlik korkusu, başarıyı küçümseme, kendimizi hafife alma gibi hisler stres katsayısını ve kaygıyı arttırıyor. Suzanne Mercie'ye göre bu durum küçük yaşta şartlanmadan dolayı oluşabilir. Yani demek istediğini bizim topluma uyarlamak gerekirse ; 

- Kızım/oğlum kaç aldın ?

- 85

-Neden 100 değil ? Neydi o çalışkan kızın adı, o kaç aldı ?

 100 = başarılı 85 = başarısız

Bu çocuk daha sonra 100 almadıkça istediği sonuca ulaşamaz ve kendini yetersiz hisseder..  Ola ki  bir sınava çok iyi çalışmış olsun ve bir sorunun cevabına ucundan bir arkadaşından bakmış, kimseye söylememiş ve 100 almış olsun. İleride bu sendrom onu teslim alırsa bu eskiden yaşamış olduklarına dayanarak kendi teorisini destekleyebilir ; ' zaten ondan baktım da 100 aldım, yani ben başarısızım'.  Tabii yanlış anlaşılmasın, bu kesin ve net böyle olur demiyorum.


Peki nasıl çözebiliriz?

Farkındalık : Kendinizi sendromun etkisi altında hissettiğinizde bunu harekete geçiren faktörleri belirlemeye çalışın.

Konuşun : Şirkette/okulda güvendiğiniz arkadaşlarınıza ne hissettiğinizi tam olarak paylaşın. 

Geçmişe değil, geleceğe bakın : Böyle olduğu için böyleleri kesmenin tam zamanı. Geçmiş her zaman geleceğe ışık tutmaz.

Ve son olarak da imposter sendromu olmak , Dunning-Kruner sendomu (cahil cesareti)  olmaktan bir nebze daha iyi olabilir :)


Tavsiye ettiğim kitap :   Elizabeth Harrin, Overcoming imposter syndrome 

Daha fazla bilgi için ; http://www.pm4girls.elizabeth-harrin.com/2009/03/10-tips-to-overcome-imposter-syndrome/

İnci Tebiş