Friday, April 26, 2013

Bu araştırmayı bulmak nereden akla gelir dedirten birkaç araştırmayı sizin için toplarladım ;



 1) YÜRÜME HIZI




35 şehirde yapılan araştırmaya göre bugün 1994 yılına nazaran %10 daha hızlı yürüyoruz. Gene aynı araştırmadan çıkan sonuca göre en hızlı yürüyen insanlar da Singapurlular. 






2) MENİ VE DEPRESYON

Araştırmacılar şimdi anlatacağım araştırma için nereden esinlendiler söylememişler, ancak bir hayli ilginç :). Prostaglandins yani meninin bir bileşeni aslında depresyon tedavisinde etkili bir faktörmüş.Nedir, ne değildir, nasıl kullanılır muamma olarak kalan bir araştırma olsada ilginçliğini halen korumakta. E tabi nasıl bu sonuca varmışlar diyeceksiniz. Hemen özetleyeyim. Cinsel birleşme sırasında condom kullanmayan kadınların, cinsel birleşmeden kaçan ve condom kullanan kadınlara oranla çok daha az depresif semptomlar gösterdiğini bulmuşlar. Kadın kan dolaşımı tarafından emilen bu meni antidepresan görevi görmektedir diye bir sonuca ulaşmışlar, ancak ileri araştırma yapılması gerekilmektedir. Korunmaya devam!


3) EMPATİ

 Zaman geçtikçe eşine benzersin derler ya hani... İşte onun bir nedeni de empati. Karşılıklı olarak empati gösteren çiflerin yüzleri zaman içersinde birbirine benzemektedir. Bu duruma etken olan faktörler, yeme alışkanlığı , çevre ve son olarak da empati olarak kanıtlanmıştır.



4-5) KÖPEKLER
4)1993'te yapılan araştırmaya göre köpeği olan insanlar diğer insanlara oranla daha konuşkan oluyorlar. Köpeklerden yola çıkarak böyle bir araştırma konusu bulmak da epey ilginç. 

5) Tekrar köpek-insan hakkında bir araştırma anlatacağım. Araştırmaya göre sahip olduğunuz köpek öldüğünde onu yemek/yeme düşüncesi ekonomik durumunuz ve kültürle ile alakalı bir durum. Şimdi okuyacağınız sizi biraz şaşırtabilir çünkü bulgulara göre ortalama yaşam koşullarına sahip bir amerikalı  köpeğinin tadına bakmaya fakir amerikalı ve brazilyalılardan daha meyilli. Bu araştırmada çinliler yer almamış. Düşünmesi bile zor geldi bana açıkcası!


6) PİSUVAR



1976 yılında Middlemist ve arkadaşları erkeklerin umumi tuvaletlerde yaptığı idrarırın hızı ve akışının  kendi alanındaki kişi tuvalet yoğunluğundan nasıl etkilendiğini araştırmışlar. Aslında birçok erkeğin de farklında olduğu bir sonucu kanıtladılar. Erkekler çişini yaparken diğer kişiden uzak olmayı tercih ediyor. Diğer kişi ne kadar yakınsa, idrar bir o kadar uzun sürmekle beraber miktarı da azalıyor. 

 



7) KENDİ FELCİNİ KENDİN ARAŞTIR!




Uyku ve rüya araştırmacısı Allan Hobson'ın, 2001 yılında beyin sapında bir felç gerçekleşti ve o  andan sonra yaşadığı her anıyı,hissettiklerini kayıt altına almaya başladı. Bu araştırma size ilginç gelmeyebilir ancak kendi yaşağı feci incelemesi zor olmakla beraber garip de. Hele felç yaşamadan önce aynı değerlendirmeyi kediler üzerinde yapıyor olduğunu bilince..






8) GIDIKLAMA













Profesor Clarence Leuba gıdıklanmanın doğuştan mı geldiğini yoksa sonradan öğrenildiğini mi araştırmak istemiş. Bu araştırmada da kendi çocuğunu kullanmış. Her gün çocuğunu gıdıklamış ve çocuğunun verdiği tepkileri incelemiş. Ancak bir gün araştırmanın tüm protokolünü unutmuş ve araştırma çöp olmuştur. O zamana kadar topladığı verilere bakarsak gıdıklanmanın doğuştan gelen bişey olduğuna varmış.

9) RADAR GÜVERCİNLER

9) Bu araştırma da bir hayli ilginç kimine göre de aptalca. B.F Skinner, 2. dünya savaşı sırasında hedefi saşıran füzeleri tekrar rotaya sokacak birşey geliştirmek istemiş. Bu arada Skinner radikal davranışçılığın babası olarak bilinir. Bu rotaya sokma aşamasında da kullanmak istediği ana 'materyal'; güvercin. 
Bu güvercinler Skinner tarafından hedefin neresi olduğuna dair eğitilecek. Füze hedeften şaşmadıkça güvercinler birşey yapmayacak ancak eğer bu füze rotadan çıkarsa, güvercinler yer değiştirecek ve uzaktan kumanda ile kontrol edilen füzenin rotası tekrar değiştirilecek. Her ne kadar garip ve olasılığı düşük bir deney gibi gözükse de devlet bu araştırmaya 25.000 Dolar kadar kadar yardım etmiştir.
Skinner bu fikri başarılı olsa da daha sonra garip ve pratik olmadığı düşüncesi ile son verilmiştir. Buna ön ayak olan diğer şey ise radar teknolojisinin güvenirliğinin kanıtlanmış olmasıdır. 






Gallup, G. G., Jr., Burch, R. L., & Platek, S. M. (2002). Does Semen Have Antidepressant Properties? Archives of Sexual Behavior, 31(3), 289-293. doi: 10.1023/a:1015257004839

Friday, April 19, 2013




Daha önce bir kimsenin hiç midesine kramplar girmeden konuştuğuna şahit oldunuz mu? Ya da aslında gergin olunmasını beklediğiniz bir anda eğer bu aynı duyguları sizinle paylaşmayan biri olduğunda şaşıra kaldınız mı?

Yarım saat önce şuan hissettiği duyguları yanlış yorumladığını düşündüğüm bir arkadaşımdan yola çıkarak bugünün konusuna giriyorum :)

Dutton ve Aron'nun 1973 yılında aşk köprüsü adında bir araştırma yürütmüşler. Suyun baya üstünde  bulunan asma köprüden geçen,  'gergin' olarak gözlemlenen bir kaç adama 'çekici' olarak değerlendireceğimiz bir bayan, araştırma için anket doldurmayı teklif ediyor. Anketi doldurduktan sonra da bu bayan adama  eğer araştırma ile ilgili akıllarına birşey takılırsa ya da detaylı bilgi almak isterlerse diye onu arayabilmeleri için  kendi telefon numarasını veriyor.

Araştırmanın diğer kısmında ise başka bir köprüde bu çekici bayan tam köprünün ortasında adamlara yaklaşıp anket yapmalarını istiyor. Diğer durumdan farkı ise, deney sallamayan ve kaymayan bir köprüde, yere yakın bir yerde gerçekleşiyor olması.

Bu deneyin can alıcı noktası şu ; kaç adam bu bayanı arayacak? Bulgulara göre sağlam köprüde bulunan adamların 16 tanesinden 2 tanesi bayanımızı ararken, sağlam gözükmeyen köprüdeki 18 adamdan 9'u bayanı aramış. Demekki bu köprüde birşeyler oluyor.

Tehlike çanları çalıyor gibi hissettiniz mi? :) Acaba korku çekim ile mi karıştırılıyor, yoksa mesela sevgilinizden ayrılacaksınız ve ayrılmayıyorsunuz çünkü onu çekici buluyorsunuz, ama bu mümkün değil çünkü zaten onunla devam edecek ortak noktanız kalmadı. Acaba bunlar kaybetme korkusundan dolayı mı oluyor?

Dutton ve Aron sallanan köprüde bulunan insanların diğer köprüdeki insanlara göre daha stresli, gergin durumda olduklarından dolayı vücudun korkuya verdiği reaksiyonlar çekim olarak yorumlanabiliyor diye açıklıyor.

Yani, evet korku cazibenin arkadasına sinsice gizleniyor!

Ancak, bu açıklama tartışmaya bir hayli de açık çünkü bu araştırmanın arkasından yapılan diğer çalışmalar korku gibi negatif bir duygunun çekim gibi pozitif bir duygu ile yorumlanmasının pek mümkün olmadığını göstermiş.

Buna ek olarak  nötr duygu iki tarafla da ( negatif/pozitif) yorumlanabilir. Bu şu demek; bazı insanlar sert bir kahve içmenin kendisini harakete geçirdiğini ileri sürerken diğerleri rahatsız ettiğini söyleyebiliyor. Bir deneyim bazı insanlara çekici gelirken bazıları ondan kaçabiliyor.

Her ne kadar D&A'nın araştırması bir nevi çürütülmüş gibi gözükse de deneyimden gidersek çok da yanlış olduğunu düşünmüyorum. Bu konu hakkında çok okumadım, ve deney de yapmadım ancak  deneyimlerinizi düşünün, arkadaşlarınınız size anlattıklarına odaklanın. Son vermeye karar verdiğiniz ama emin olmadığınız yani bir nevi daha iyisini bulamayacağınızı düşündüğünüz ilişkilerinizi, işinizi düşünün. Birden aslında bulunduğunuz durumu sevebilirsiniz, belki 4 yıldır hissetmediğiniz heyecanı hatırlar ve onunla beraber olmak istersiniz, rol yapabilirsiniz. Alışkanlık olarak da adlandırabilirsiniz ama peki 3 aylık bir iş/ilişkiyi mi alışkanlık olarak adlandırabilir miyiz? Tartışmaya açık. Başka araştırmalarla desteklemek lazım.

Duygular balon gibi içimizde oluşup kontol edilemeyen birşey değildir. Bilinçli düşünceler ile onlara yol çizip onları yorumlayabiliriz.
En başa dönersek; korkuyu heyecan olarak değerlendiren kişiler sonuç için hangisinin daha çok tetikleyici etkisi varsa  ona bağlı kalarak devam etmelidir.Aynı  şekilde toplum içinde konuşmaktan korku duyan bir insan sonuca giden yolda hangi duygu işine yarayacaksa o duyguyu kullanmalıdır.


İnci Tebiş





Sunday, April 14, 2013



En çok deneyimimin olduğu ama en az konuştuğum konuya bugün girmeye hazırım sanırım. Aşk. 33. yazımın aşk ile olacağına söz vermiştim ve sözümü tutuyorum :)

Yakın dostlarımın nasıl aşka başladığını, nasıl aynı duygu için farklı aşamalardan geçtiğini gözlemleme gibi harika bir deneyim edindim. Biri ilk onun mesaj atmasını, ilk onun öpmesini beklerken diğerleri dobra dobra o anda ne istiyorsa ona girişti. Aynı olan tek şey var ki o da O'ndan bahsederlerken, yüzlerinin güldüğü, heyecanlandıkları idi. İştahları kesildi, ev-iş güzergahı birden genişledi ve enerji patlaması yaşadılar. Son aşamada da facebook'da durum paylaşıldı.

Hayır esas önemli nokta da bu duygular kışın da başladı. Araştırmalara göre devam eden ilişkilerin çoğu yazın başlıyor, çünkü kış yorucu, soğuk, kendini 'çekici' olarak göstermenin yazdan daha zor olduğu bir dönem.

Peki, hadi konuya girelim. Birisine aşıksınız, birisi sizin herşeyiniz, onsuz olamaz dediğiniz kişi  daha iyi olarak düşündüğünüz birisi ile çakışıyor. Hoppala paşam malkara keşan!


Yeni birisine aşık olup diğerine bağlı kalabilir misiniz?
Aynı anda iki kişiye aynı duyguları besleyebilir misiniz?
Yoksa bu yeni biri arayışında iken eskisinden kopmak için kurulan bir köprüden, geçiş zamanından mı ibarettir?




Hem kültürden dolayı hem de  yarattıkları kişisel ahlaktan dolayı çoğu insan bu durumu reddecektir. Onların bakış açısınıa göre aşk bir kişiye verilmelidir. Bir kalbimiz vardır ve  ancak bir kişiye yetecek kadar duygu pompalayabilir. Bu tarz bir sevgi başka bir kişi için bölünemez. Yoksa bu, Osman'a, Ayşe'ye çok vermen, Kemal'e Merve'ye az vermen anlamına gelir. Kısaca birini bırkmadan diğerine geçemezsin. Bu durum para ve zaman açısından doğru olabilir, ancak bir anne 2 çocuğa sahip olduğu zaman ilgisini sadece birine vermiyor, ikisini de eşit seviyor. O zaman neden iki kişiye aşık olunmasın? Belki çok alta indirgemek gibi olacak ama vereceğim örnekten çok doğru bir tespit yapmak da mümkün.
Az çok hepimiz pazarda alışveriş yapmaya aşinayız. O kargaşada bir bluz beğenir elimize alırız. Bedeni de Medium'dur, bu size olur bilirsiniz ancak small olsa daha iyidir. Bir beden küçüğünü ararken tezgahı darma duman edersiniz. En önemli nokta ise elinizdekini de bırakmazsınız. İstediğinizi bulursanız bir ona bir de diğerine bakarsınız; defosu var mı, ne kadar küçük, hangisi üstünüze daha olur... Bu süreçten sonra da uygun olduğunu düşündüğünüz bluzu alırsınız. Bu bizim doğuştan getirdiğimiz, bize bahşedilen seçme sürecidir.

İki kişiye aşık olunamayacağını ileri süren kişiler de ikinci olarak aşkın monogam ( tek eşli) olduğunu söylerler. Peki neden? Aşk doğanın bize sunduğu, yaşayacağımız bir duygu. Bir taraf güven anlamında tatmin ederken diğeri de karşığını sevgi ile verir. Ancak bu iki kişinin de monogam ilişkiye ihtiyacı olduğunu savunur ,bu da akıllara başka bir soruyu getirir; monogam olan insanlar, doğal olarak monogam ilişki isteyecektir, ama bu monogamlığa olan arzunun ne olduğu açıklayamaz. Tabi ki de monogam bir ilişki istemek bir savunma veya mazeret gerektirmez, ama bu hala monogam ilişkinin zorunluğu olması gerektiğini açıklamaz.

Aslında hepsinin ötesinde sorun iki kişinin monogam ilişki isteyip ancak birinin başka bir kişiye, diğerinin haberi olmadan, gönlünün kaymasıdır. Sadık kaldığınız adam/kadın'dan geçireceğiniz zaman çalınır ve diğer kişiye harcanır. Bu durum sizi istenmeyen bir seçme aşamasına getirir. Ancak, tek eşlilik üzerine kurulu bir ilişkiniz yok ise yaşadığınız durumu 'sadık' olduğunuz kişiye açıklayabilirsiniz çünkü zaten bir beklenti yoktur. Bunları yazarken aslında çok dış pencereden bakıp mantık çerçevesi üzerinde yazıya döküyorum. Ülkemizin insanlarına , hatta yeni jenerasyona bakarsak insanlar bir şekilde tek eşli olmak istiyor . Bir süre kaçamaklar hoş güzel ama malum konuşma için çanlar birgün çalınıyor. Bunun sonunda da eğer iki tarafta sadık olmak isterse bir 'ilişki' başlıyor, aksi takdirde ya ipleri koparın ya da size uygunsa devam edin. İnsanların bu aşamada yaptığı en büyük hata, umut bekleyerek 'tamam bana uyar' diyip takılmaya devam etmek. Gene istisnalar vardır elbet, ancak ilişki beklemeyen kadın/adam yarın da beklemeyecektir. Beklese de sizin olma olasılığınız da muamma. Bu noktada beyhude bir bekleyiş içindeyken kendinizi o kişinin whatsapp'da son görülme saatini, facebook'da ilişki durumunu kolluyor olarak bulabilirsiniz. Bunlar ne kadar komik gibi gözükse de aslında  can acıtan bir uğraştır.

Yıllar içinde aşkın, sevginin nasıl evrildiğini düşüyorum da sanırım şu şekilde oldu ;
Kaynak az, seçenekler az;  biri, birini sever, ilişki başlar ve evlenilir.
Yıllar geçer; ilişkide olalım ama birbirimizi sıkmayalım. Ara sıra görüşelim bakalım nasıl oluyor.
Yıllar biraz daha geçer; *uck Buddy tanımı ile karşılaşırız. Hiçbir şekilde duygusal bir ilişki beklenmez ama sadece cinsellik için birliktelik yaşanır.

Şimdi ; geçmiş hala günümüzde mevcut (tahtaya vurun!), hep mevcuttu ancak yeni bir tip daha var. Geçen gün bir arkadaşla günümüze uyan yeni bir tanım getirdik ;  Fun body. Bu tanıma göre birey cinselliği karşı tarafla yaşıyor ve tüm duygular açık açık karşısındakine anlatılıyor. Arada sırada dışarı çıkıp da birşeyler paylaşılıyor ve çifler gecenin sonunda sarılarak uyuyor ancak bunlar sonucusunda hiçbir  sadakat beklenmiyor. Bu ilişkinin temelinde kıskançlık ve bağlanma yok.

Apple Iphone 6'yı çıkaracekken bizim hala nokia için kalbimizin atması iyice zorlaştı. Başa dönersek, bir ilişkiyi bitirip diğerine başlamak her zaman daha mantıklı ancak kolay da değil. Zor bir döneme geldiğiniz zaman kendinize bir sorun ; bunu yapmaya devam edip herkesi gerçekten de mutlu edebilir misiniz? Hayır demenin zevkine varın, Nazım Hikmet'in de dediği gibi " Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin..."

İnci Tebiş

Tuesday, April 9, 2013





Uçarı bir isteğimi sorsalar herhalde bir fondünün içinde 1 saat geçirmek derim. Kadın doğası, damak tadı, biyolojik gerçek; seviyoruz çikolatayı. Bazen yememizi haklı kılacak nedenler buluruz ; 1 hafta güzel bir diyet yaptım, hakkettim ya da çok mutsuzum, hayır çok mutluyum. Nedeni, zamanı farketmez, yeriz. Duracağımız yeri de bilmek zorunda oluruz çünkü mutluluk ile birlikte kiloyu da beraberinde getiren bir bağımlılıktır. Ancak, size bir surprizim var! Çikolata yemeye girişirken kendinize ve etrafınıza gerekçe sunacağınız bir gerçek daha buldum!

Araştırma siyah çikolata üzerinden gitmiş ama çikolata çikolatadır deyip kendimi avutmak istiyorum. Siyah çikolatanın yüksek tansiyona, kalbe iyi geldiğini artık sağır sultan duydu. İyi gelmesinin sebebi de kakao'da bulunan flavonoidler antioksidan görevi gördüğü içindir. (Bu flavonoidler aynı zamanda sebzelerde, fındıkta da vs. bulunmaktadır.) 

Calgary Üniversitesinde çalışan araştırmacılar da bu flavonoidlerin uzun erimli bellek ( long term memory) üzerindeki etkisini göl de yaşayan özel salyongozlar (Pond snail) üzerinde test etmişler. Pond Snail'in özelliği derileri üzerinde nefes almasıdır . Eğer oksijen seviyeleri düşerse de nefes alma tüpleri belirli bir seviyeye, yüzeye çıkar ve oksijeni alırlar. Journal of Experimental Biology'nin verdiği bilgiye göre bu salyongozlar oksiyensiz suyun içine konularak ve sadece tüplerine dokunarak nefes almaya yakın bir deneyim yaşatmak eğitilebilir birşeydir. Yani salyagoz tam tüpü uzatatıp nefes alacakken, yavaşca dokunuyorsunuz ve tüpü kapatmayı öğreniyor. 

Uzun bir girizgahtan sonra, konuya gireceğim. Öncelikle salyangozlara oksijensiz suda tüplerini kapalı tutmayı öğretiyorlar. Bu öğrenim süresi yaklaşık yarım saat sürüyor. Daha sonra bir grup salyangoz flavonoid içeren oksijensiz suya sokuluyor. Flavonoid içermeyen suda zaman geçiren salyangozlarda unutma 3 saat sonra gerçekleşirken, flavonoid grubunda unutma 72 saat sonra gerçekleşiyor. 

Bu çalışma flavonioid direkt olarak hafızanın depolandığı nöronlara etki ettiğini göstermektedir. 
100 gram siyah çikolata yemek hafızamızı güçlendirir mi bilemem ama denemeye değer olduğunu düşünüyorum.


Lee Fruson, Sarah Dalesman and Ken Lukowiak. A flavonol present in cocoa [(−)epicatechin] enhances snail memoryThe Journal of Experimental Biology, 2012 DOI: 10.1242/​jeb.070300


----İnci Tebiş-----

Monday, April 8, 2013



"Bir erkek, güzel bir kadın ile bir yerde 1 saat oturursa, onun yanında 1 dakika geçirdiğini zanneder; fakat kızgın bir soba üzerinde 1 dakika kalan adam, bir saatten beri orada oturduğunu iddia eder." demiş A.Einstein. Bu da bize rölativite teorimini açıklar. Peki ne kadar doğru?

5 duyumuz ve beynimizdeki reseptörler sayesinde etrafımızda olan biteni kavrasak da aslında beynimizde zamanı ölçmeye yardımcı olan belirli reseptörler yoktur. Tabii ki de çoğu zaman bu durumla başa çıkabiliriz. Neyin tam zamanı, neyin tam zamanı olmadığını söyleriz. Özellikle de 6 yaşından sonra doğruya yakın zaman kavramımız oluşur, diğer bir deyişle zamanı sayabiliriz. Kısaca yeteri kadar dikkatimizi verebilirsek, işi başladığımız ve bitirdiğimiz arasında geçen zamanı net olarak söyleyeriz ki bu da biyolojik saatimiz sayesinde olur.

Peki o zaman bu 'beyin kronometresi' her zaman, zamanla aynı hızda gider mi?

Mesela, beklediğiniz bir tatilin çok çabuk geçtiğini ya da tehlikeli bir durumu atlatırken ( örn. trafik kazası)  zamanın adeta durduğunu hissettiniz mi ? Eğer biyolojik saate sahipsek neden böyle bir süreç yaşamaktayız?

Droit-Volet ve Gil bu durumu ölçen birtakım deneyler yapmışlar. Araştırmanın bir tanesinde 3 grup oluşturmuşlar. Bir grupa korkuyu , diğer gruba da hüznü tekikleyen filmler izletmişler.  (3. grup ise kontrol grubudur.)

Bulgulara göre korku filmi izleyen grubun zaman bozumuna uğradığı bulunmuş. Bu grupta 'Zamanın yavaşlaması' hissi tetiklenirken, diğer 2 grupta böyle bir sonuç ortaya çıkmamış.

Droit ve arkadaşları bu durumu, vücudun olaylara verdiği fizyolojik tepkimeye bağlıyor. Bu demek ki korku birden bireyi heyecanlandırıyor ve biyolojik saatimizi hızlandırıyor. Biraz daha detaya girecek olursak ; korktuğunuz zaman kalbiniz hızla çarpmaya başlıyor, tansiyonunuz çıkıyor, göz bebekleriniz büyüyor ve vücudunuz bilinçsiz olarak kendini savunmaya alıyor ve ortaya ' fight or flight' modu çıkıyor. Bu durum da zaman kavramının bozulmasına sebep oluyor.

Deneyimlediğimiz bu durum biyolojik saatimizin yanlış veya eksik çalışmasından değil duruma göre dikkatimizi başka yerlere odakladığımız için gerçekleşmedir. Kesin sonuçlara varmak için fazlasıyla deney yapılması gerekmektedir ancak birşey kesin ki zaman kavramı değişmektedir, yani Einstein'nın da dediği gibi görecelidir.

Droit-Volet S, Fayolle SL, & Gil S (2011). Emotion and time perception: effects of film-induced mood. Frontiers in integrative neuroscience


-----inci Tebiş-----

Thursday, April 4, 2013

 

Vucud diline  ve onun anlattıklarına artık pek bir aşinayız. Karşımızdaki insanların gösterdiği bir takım mimiklerin, hareketlerin davranışımızı nasıl etkileği de aslında çok şaşırtıcı. Peki eğer bir hareket düşüncelerimiz üzerinde bu kadar etkili ise giydiğimiz kıyafetler de kognitif düşünceyi etkileyebilir mi?

Giydiğimiz kıyafetlerin nasıl bizi sportif, sexy, masum gösterdiğinin farkındayız. Biliriz ki bir iş  görüşmesinde erkeksi tarzda giyinen kadınların işe alınması daha olasıdır ve resmi bir giysi içindeki ders veren bir asistan ya da öğrenci  gündelik giyinenlerden daha zeki olarak algılanır. Esas soru acaba bu giydiğimiz kıyafetler bizim düşüncelerimizi etkiliyor mu yoksa bu sadece bir his mi?

Adam ve Galinsky 2012 yılında beyaz  laboratuar gömleği giymenin dikkat üzerindeki gücünü ölçmüş. Temel mantık beyaz lab önlüğü giymek direk olarak bilim adamları ile eşleşecek ve insanlar detaylara bile dikkat edecek. Beyaz önlüğün otorite üzerinde etkisi yıllarca araştırılmıştı ve inkar edilemeyecek kadar fazla olan boyun eğme davranışı gözlemlenmişti. Açıkcası ben belirli kıyafetleri giydiğimizde bir rolü daha kolay üstlendiğimizi ve bunun temel yeteneklerimizi nasıl etkilediğini görmeye bayılıyorum :)

Deneye geçersek ; bir gruba beyaz gömlek giydirmişler.Diğer grup da günlük kıyafeti ile deneye alınmış. Önlerine dikkati ölçen basit bir test vermişler. Bulgulara göre beyaz lab gömleği giyen kişiler diğerlerine oranla çok çok iyi bir performans göstermiş. Bu etki, " doktorlar itinalı, çalışkan ve dikkat vermekte iyi olurlar" sembolik anlamını  bilmenizle ortaya çıkar. Dolayısıyla bilim insanları giydirilmiş bilinç  adını verdikleri bu olayı da açıklağa kavuşturmuş oldular.

Bu sonuç bir çok araştırmaya ön ayak olabilir. Mesela fötr şapka giyen bir yazar daha yaratıcı olabilir mi, ufak yuvarlak gözlük giyen bir psikolog ilgilendiği konunun çok derinine mi girer, şef şapkası giyen bir anne daha iyi mi yemek yapar?

Düşünme süreçleri,  ilişkili soyut kavramları tetikleyen fiziksel deneyimlere dayalıdır. Şimdi öyle görünüyor ki bu deneyimler giydiğimiz kıyafetleri de kapsıyor.Giysiler bedeni ve beyni işgal ederek giyeni farklı bir fizyolojik duruma sokuyor.

Sanırım bundan sonra duruma göre giyinmeye daha çok dikkat edeceğim :)

Adam, Hajo and Adam J. Galinsky (2012). Enclothed cognition Journal of Experimental Social Psychology

Tuesday, April 2, 2013




Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz ,hooop ordayım...

Muhtemelen bu yazıyı okuduktan sonra yukardaki sözlere aşına iseniz içinizden şarkıyı tekrarlamaya başlayacaksınız.
Sevin ya da sevmeyin bazen bir müzik duyuyoruz veya istemsizce maruz kalıyoruz ve bir kısmını deflarca tekrarlamaya başlıyoruz. Yetmezmiş gibi sesli söyleyip virus gibi herkese yayıyoruz.

Bilimde bu duruma 'earworm' yani kulak solucanı denmektedir. (Diğer bir deyişle 'zeigarnik' etkisi*)
Açıklaması da tam olarak ortamda bir müzik çalmıyor bile olsa kişinin kafasında sürekli  aynı yerleri tekrar etmesidir ve şarkıyı bitirememesidir. Bu kafamıza takılan şarkıların genel özellikleri, hızlı ve tempolu bir melodiye sahip olması ile birlikte sürekli tekrar eden bir nakarata sahip olmasıdır. Bu durum ise belirli bir doruğa ulaşıp kırılana kadar da devam eder.

James Kellaris'in yaptığı araştırmaya göre insanların %98'i bu durumu yaşamaktadır. Kafamıza takılan bu şarkıların %73.7'ü söze sahipken, %7.7'si sözsüz. Daniel Levitin'in bir kitabına göre de obsesif-kompulsif bozuluk tanısı almış kişilerin bunu daha çok yaşadığı ve tekrarladığımız kısmın 15 ile 30 saniye arasında değiştiğini yazmıştı.

Mesela, günün bir anında bir müzik dinledikten sonra ya da sabah kalktığımızda  nereden geldiği hakkında en ufak bilgimiz olmadığı bir müziği tekrarlarken bulabiliyoruz. Bunun bir sebebi de içinde bulunduğumuz duygu, durumun dikkatimizin en düşük olduğu vakit tetiklemesidir.

Peki şuan durumun tam olarak ne olduğunu anlattıktan sonra sonraki soruya geçebiliriz, nasıl durduracağız ?

Anahtar çözüm, bu duruma meydan okuyabilecek başka birşey bulmak. Kısaca başka birşey üzerinde kafa patlatmak. Eğer çok zor birşey seçerseniz, kendinizi o işe çok iyi veremeyebilirsiniz, ve müzik geri gelir. İyisi orta zorlukta kognitif becerimizi kullacağımız bir taslak bulmak.

Yani puzzle, sudoku çözmek. Dikkatinizi böyle bir aktiviteye aktarmak, aklınızdan atamadığınız şarkının dermanı olacaktır.


Bu konuda en büyük vaka, Jean Harris diye bir adamın Harman Tarnower adlı bir doktoru öldürdükten sonra  Gilda adlı bir filmde duyduğu "Put the blame on Mame" adlı şarkıya takılmasıdır. Bu şarkıyı 33 yıl boyunca kafasında çalmış ve normal bir sohbet esnasında bile aklından bu şarkı geçiriyormuş.
http://www.youtube.com/watch?v=xBILSCFMg8M


Ben açıkcası bu durumu oldukça çok yaşarım ve cesaretimi toplayarak en çok aklımda tekrarlayan yıllar geçse de ansızın çıkıveren şarkıyı sizinle paylaşmak isterim :)


http://www.youtube.com/watch?v=Y2raEDltvd0


 Zeigarnik Etkisi: Bitirilmemeiş, sonlandırılmamış işlerin zihni meşgul etmesi



-----İnci Tebiş-----